
Bu aralar,
Reşat Nuri Güntekin'in 1930'lu yılların sonunda
Milli Eğitim Müfettişliği yapıp ülkeyi gezdiği sırada yazdığı
Anadolu Notları*'nı okuyorum. 70 yıl önce yazılmış olmasına rağmen kitapta, yaşadıklarımla benzeşen noktalar var.
İstasyonda isimli yazısında geçtiği istasyonlardan birinin gençten bir memuruyla yaptığı kısa sohbetini anlatıyor Reşat Nuri. Memur ona oralardan çok sıkıldığını, adeta cehennemde yandığını söylüyor. Reşat Nuri'nin bu söze yorumu şöyle:
"Sonsuz yeşilliklere ve su seslerine boğulmuş bir yere 'cehennem' demek bana ilk önce nankörlük gibi görünmüştü. Fakat bir parça düşününce hak verdim. Yaşamak ve eğlenmek ihtiyacında bir ümitsiz genç, yeşillik ve su içinde de pekala cehennemde gibi yanabilir. (s. 18)"
Burası da sade bir ilçe olmaktan başka suçu yokken biz genç öğretmenlere korkunç bunaltıcı gelebiliyor.
Bekar Memurlar Suikasti isimli yazısında ise doğu illerinin birine teftişe gitmişken otelde daimi kalan memurlar nedeniyle yatacak bir yer bulamayışından yakınıyor yazar:
"...vilayetlerimizin bir kısmında inci gibi oteller meydana gelmiştir. Onları günün münasip bir saatinde gezip seyredebilirsiniz; gazinosunda bir kahve veya çay içmeniz daima mümkündür. Fakat içlerinde yatmağa kalkarsanız bunu bu gece de, yarın gece de, bu hafta ve gelecek sene de ümit etmeyin.
Önceden akla gelmiyor ama sebep gayet basit. ... Şehirde bekar yahut henüz ailesini getirmemiş birçok memur var. Defterdar ve mektupçudan itibaren vilayet memurları, bankacılar, lise, orta mektep muallimleri ve saire...
Bunlar suyu, elektiriği, hamam ve sairesi şöyle dursun bazılarının el yüz yıkayacak yeri bile bahçenin bir köşesinde olan eski tertip yerli evlerine dünya kadar para verip başlarını belaya sokmaktansa bu otellere pansiyoner olarak yerleşiyorlar. Bu suretle nihayet yedi sekizden ibaret bulunan odalar kapanın elinde kalıyor. (s.187)"
Günümüzle karşılaştırıldığında değişen pek bir şey yok. Öğretmenevinde kalırken, devletin başka bir dairesinin kısa bir görevi için şehir dışından gelen memuru boş oda bulamıyor ve daimi kalan öğretmenlerin odalarındaki boş yataklara yerleştiriliyorlardı. Biz de öylelikle odamızda bir kaç kişiyi misafir etmiştik.
Yazarın Gurbet isimli yazısının şu bölümüne de katılıyorum:
"Anadolu, her yabancıya az çok bir garipseme duygusu verir. ... Çünkü netice itibariyle gurbet kurdunun için için kalbimizi kemirdiğini duyarız. ... Anadolu'yu bu vaziyette gezen seyyahın, yahut bir kasabasında yaşayan İstanbul'lu memurun onu karanlık renklerle tasvir etmesi ve hayatsızlıktan şikayet etmesi herhalde bundan ileri geliyor. Ağrılarının, içinde yattığı yataktan geldiğini vehmeden hasta gibi, biz de sırf kendi yüreğimizde getirdiğimiz ağrının mes'uliyetini galiba haksız olarak Anadolu'ya yükletiyoruz. Erkenden kapılarını kapamış, mütevazi basma perdelerinin arkasında lambalarını yakmış evlere, sokaklardan baktığımız zaman onları bir can sıkıntısı ve asteni yuvası gibi görüyoruz. Çaresini sokaklara dizilecek fenerlerde, dökülecek insanlarda aramaya yelteniyoruz. Hasretini çektiğimiz evimizin de bu saatte bir yabancıya aynı manzarayı göstereceğini aklımızdan geçirmiyoruz. ... Hepimizin saadeti aşağı yukarı alıştığımız dekorun motiflerinden yapılmış değil midir? Böyle olduğu halde alışkanlık dediğimiz kudretin, bu çarpık çurpuk viran evlerde de aynı mucizeyi yapmış bu dekoru boyamış olmasını bir türlü aklımıza aldıramıyoruz. (s. 213-214)
Yine de Reşat Nuri'nin bu gözlemleri bir yerde çok uzun süre kalmadan yaptığını unutmamak gerek. Uzun süre kalınca, hele de mesleğiniz öğretmenlikse, o basma perdeli mütevazi evlerin içinde yaşayanları görmeye, tanımaya ve bir nebze anlamaya başlıyor; dekoru ilk gelişinizdeki gibi garipsemiyorsunuz.
*Güntekin, Reşat Nuri; Anadolu Notları I-II; İnkılap Kitabevi; İstanbul.