25 Mart 2007 Pazar

Milleaatimii

Öğrencilerimizin çoğu Türkçe’yi ilkokula başlayınca öğreniyor. Hizmetiçi eğitimdeki doğulu eğitmen bize bu konuyla ilgili şöyle bir anısını anlattı:

Babam beni okula yazdırdı. Türkçe öğrenmek için okula gittiğimi sanıyordum. Dersler başlayıp da sınıfa girince orada Türkçe konuşanları da gördüm. Çok şaşırdım. Akşam evde babama sordum:
-Baba, onlar niye okula geliyor? Onlar Türkçe biliyor zaten.

Onun yirmi beş yıl önce sorduğu soruyu bugün hala soran 7 yaş çocukları var. Türkçe’yi ilkokulda öğrenmek pek çok sorunu da beraberinde getiriyor. Çocukların yarısı 1. sınıfta başarısız. Onlara hak veriyorum. 7 yaşındaki bir çocuktan hem yeni bir dil hem de okuma-yazma öğrenmesini istiyoruz. Bence bunu yapabilen çocuklar üstün başarılı. Bu yüzden doğu bölgelerinde ilköğretim birinci kademede* başarı sağlanabilmesi için devletin buralara en çok okul öncesi öğretmeni ataması lazım. (*Eğitimin kesintisiz 8 yıl olmasından sonra ilkokulun yeni adı ilköğretim 1. kademe; ortaokulun yeni adı ilköğretim 2. kademe oldu.)
Tabii çocuklar eninde sonunda Türkçe öğreniyor. Ama birinci dile alışan gırtlak yapısı, sesleri doğrudan ikinci dile yani Türkçe’ye geçirdiği için şiveyi düzeltemiyoruz. Bir de dilde telaffuz için kritik dönem var, -ki o da çoğu dilbilimciye göre 5 yaştır- ondan sonra doğrusunu çoğu insan öğrenemiyor. Aslında öyle konuşmaları hoşumuza gidiyor. Çeşitlilik iyi bir şey. İç Anadolu’nun da şivesi vardır ve o da eğlencelidir. Ama dilin yanlış kullanılmaması lazım. Dildeki yanlışları -her sabah okudukları için- en çok ‘Andımız’da fark ediyoruz. Şöyle söylüyorlar mesela: ‘Ülkem, küçükleari korumak, büyükleari saymak…’ O kadar söylememize rağmen bir türlü ‘ilkem’ ve ‘küçükleri-mi, büyükleri-mi’ dedirtemedik. Bir de ‘milleaaatimi’ var. ‘Yurdumu, milleeaatimi…’ dedikleri zaman ezan okumaya başlayacaklar sanıyorum. Kimisi de ‘Milli Eğitimi’ diyor ‘milletimi’ yerine.

Öğretmenim!’ diyemeyenlerse çoğunlukta. Onun yerine şöyle bir şey çıkıyor: Öoğratmaaaanii! Bana böyle hitap ettikleri zaman benim çok hoşuma gidiyor. Başka yerde duyamayacağım nasılsa. Bunlar sevimli anılar.

21 Mart 2007 Çarşamba

'Ben okuma bilmiyem.'

Bugün görevlendirildiğim okulda 6. sınıflarda dersteydim. Dilbilgisi yapıyordum. Tahtaya alıştırma yazdıracaktım. 'Yazısı güzel olanlar el kaldırsın.' dedim, el kaldıran kız öğrencilerden birini çağırdım. Kitabı verip yazacağı yeri gösterdim. Anlamsız anlamsız yüzüme baktıktan sonra 'Ben okuma bilmiyem'. dedi. 'Nasıl??' dedim. 'Ben okuma bilmiyem.' dedi. Olaya şahit olan diğer öğrenciler atıldı: 'Öğreatmaanii, Asım da okuma bilmiyorr, Selahattin de. Sınıfta üç kişi okuma bilmiyor!' Böyle bir şey olacağına ihtimal vermediğim için çocukların okuma-yazma durumlarını incelemek aklımın ucundan geçmemişti. Çocuklar ilkokulda bir şekilde öğrenememişlerdi ve bu böyle sürüp gitmişti.

Tenefüste öğretmenler odasına gidip durumu anlatınca sınıf (ilkokul) öğretmenlerinden biri onlara pek çok kere gönüllü özel ders vermek istediğini ancak çocukların ilgilenmediğini söyledi. Şansımızı bir kez daha deneyeceğiz.

17 Mart 2007 Cumartesi

Öğretmenler

Hem çevremdeki hem de okulumdaki öğretmenleri gözlemliyorum. Her türden insan var. Aynı üniversitedeki gibi. Zaten yaş ortalaması 22. Elbette bir iki yıl atanmayı bekleyip buralara gelenler de var -özellikle fen bilgisi, sosyal bilgiler, beden eğitimi gibi ataması az yapılan branşlar ama çoğunluğu benim gibi üniversiteden hemen sonra buralara gelmiş öğretmenler. O yüzden pek çoğu üzerindeki üniversite öğrencisi havasını atamamış. Ben de pek atabildiğimi söyleyemem ama artık öğretmen olunduğunun farkına varmak gerek.

Eksik Kahvaltı Keyfi

Bi' hafta sonumuz var zaten, onda da geç kalkalım, güzel bir kahvaltı masası donatalım, gazetemizi alalım, gazetenin kendisinden önce eklerini okuyalım, neşemiz yerine gelsin. I-ıh, burda o olmuyor. Güneş sabahın çok erken saatlerinde yüzünü gösterdiği için en geç 8.00'da uyanıyorum -o da özel çaba gösterirsem. Gidip gazete alayım da kahvaltıya öyle başlayayım diyorum. Gazeteler gelmemiş. Hayal kırıklığıyla geri dönüyorum. Gün burada erken başlamasına rağmen gazeteler ancak öğlen buraya ulaşıyor. Çoğu zaman da ekleri eksik oluyor; ekler gazetenin kendisinden 2 saat sonra geliyor. Kısacası buraya geldim geleli hafta sonları bi' geç uyanmalı, gazeteli kahvaltı keyfi yapamadım.

Burada bir de dışarda yemekle alakalı ilginç bir durum var: normalde diğer şehirlerimizde en çok bulunan "patates kızartması, döner, köfte, hamburger, sosisli sandviç" gibi yiyecekler buradaki kafe ya da restoranlarda yok. Hani aradığım, içindekileri kendinizin belirlediği değişik salatalar falan değil, bildiğiniz patates kızartması! Geçenlerde dışarı çıkmıştık arkadaşlarımla. Garson siparişleri almaya geldi ve ikimiz arasında şöyle bir diyalog gelişti:

Ben: Köfte var mı?
Garson: Yok.
Ben
: Pilav alayım o zaman. Yanına alabileceğim ne var?
Garson: Adana kebap var. Adana kebabın yanında pilav geliyor. Zaten kebapla köfte aynı şeydir.

Çok güldük.

15 Mart 2007 Perşembe

Güdülenme

Öğretmenevinin lokali akşamın geç saatlerine kadar açık. Bu yüzden akşam dışarı çıkmak isteyenlerin gidebileceği kısıtlı seçeneklerden en gözde olanı. Öğretmenler kadınlı erkekli gruplar halinde oturup sohbet ediyorlar. Lokal üniversite kantinini andırıyor. Gelenlerin çoğu insanları tanımak için burada. Kimileri var ki onlar etrafa alıcı gözüyle bakıyor. Hemen anlıyorsunuz öylelerini. E artık okulu bitirmiş, eline mesleğini almış. Sıra evlenmeye geldi diye düşünüyorlar. Üniversitede bulamamışlar aradıklarını. Etrafa kaçamak bakışlar atıyorlar.

Bu mu? Yok. Peki ya şu? Bilmem ki. Bak bu fena değilmiş. Bana mı baktı? Ter bastı!

Onlar da haklı. Sıcak bir yuvaları olsun isterler. Öyle güdülenmişler. Anaları, dayıoğulları, enişteleri 'Eee oralardan hayırlı bir kısmet bulursun artık.' iğnelemeleriyle uğurlamış onları.

Bakarlar da bakarlar.

13 Mart 2007 Salı

Türk Olduğum Nasıl Anlaşılır?

Giysilerimden. Yani pantolonumdan, bluzumdan, tişörtümden. Çünkü buranın kadınları pantolon giymez. Tişört de giymez. Ya yöresel giysi giyerler, ya da çarşaf. Erkeklerde bir fark yok.

ÖRTMAN!

Yeni okula vardım. İlk dersim 4'lereydi. Sınıfa girdim. Bir sürü mini mini bebenin içinde, en arkada, ergenlik çağında, mavi önlüklü bir erkek çocuğu, tek başına sırada oturuyor; gözlerini dikmiş, bana bakıyordu. Şaşırdım. Yoklama aldım, evet, gerçekten o sınıfın öğrencisiydi. Aklıma Yiğit Özgür'ün yukarıdaki karikatürü geldi. Gülmek istedim. Çok komik bir görüntüydü.

Sonra aynı okulda başka sınıfların dersine girdim. Durum onlarda da var. Okulun öğretmenlerine nedenini sordum. Meğer kimi anne babalar nüfusa, çocuklarından erkek olanlarını askere geç gitsin diye yaşça küçük, kız olanlarını erken evlenebilsinler diye büyük yazdırıyorlarmış.

Maalesef bu trajikomik olay yüzünden okula geç başlayan öğrenciler derslerinde çoğu zaman başarısız ve pasif, durumlarından utandıkları için de toplumda çekingen ya da tam tersi saldırgan oluyorlar.

Sınıflarda yaşça büyük öğrencilerin olmasının başka sebepleri de var tabii -ki çoğu ailevi sebepler. Mesela anne-baba çocuğunu okula göndermek istemeyip saklıyor. Durum bir iki yıl sonra ortaya çıkınca göndermek zorunda kalıyor. Veyahut çocuk ev ortamında yeterli huzuru bulamadığı için -evler çok kalabalık- derslerini umursamaz hale geliyor ve üstüste sınıfta kalıyor.

10 Mart 2007 Cumartesi

Her Okul Başka Bir Dünya

Görevlendirildiğim okul pek iç açıcı bir okul değil. Fiziksel özeliklerinden başlayalım:

Bahçe duvarları sıvasız, bazı yerleri kırılmış, kimse bakmamış. Bahçesi hem küçük hem de hiç ağaç yok. Kötü ve eski bir binası var. Planı bizim köy okulunun aynısı. Zaten devlet okullarında öğrenci kapasitesine bağlı belli başlı bazı okul planları vardır, mimarileri aynıdır. Bu okul da bizimki gibi sekiz sınıflık, iki katlı bir okul. Yapılmasının üzerinden çok geçmemesine rağmen oldukça eski görünüyor. Bu, renk seçimiyle de alakalı. Okulu bordoya boyamışlar; iç karartıcı bir renk olduğu ve ilköğretimdeki çocukların enerjisine hiç uymadığı için bu renk, okulu daha bir çirkin gösteriyor. Bu yüzden okulun boyası pastan yer yer dökülmüş koyu gri kapısından girerken ‘nereye geldim ben?’ duygusuna kapıldım. Binanın içine girince karanlık koridorun sonundaki parlak pencereler gözümü aldı. Okulun öğretmenleriyle beraber kuzey taraftaki öğretmenler odasına yöneldim. Çay vardı.

Benim gibi okula görevlendirme gelen diğer öğretmenle beraber müdür beyin odasına gittik. Bizimle ilgilenmedi. Yüzümüze baktı baktı, hayırlı olsun dedi ve gitti. Durumu hem garipsedik, hem ayıpladık. ‘Hoşgeldiniz, nasılsınız? Bir şeyler içer misiniz?’ demesi, sonra da okul hakkında bilgi vermesi gerekirdi. Bilgi verme işini yarım yamalak Türkçe’siyle yerli bir Türkçe öğretmeni olan müdür yardımcısı yaptı. Söylediklerinin yarısını anlamadık. Bana o gün için nöbet tutacağımı söyledi. Şaşırdım, çünkü görevlendirme okulda yalnızca dersinizi vermekle yükümlüsünüzdür. Okulun nöbet gibi başka hiçbir işi sizi ilgilendirmez. Müdür yardımcısının Türkçe tonlamaları yerinde olmadığı için nöbeti benden rica edip etmediğini de bilemedim. Yine de ihtiyaçları vardır diye sesimi çıkarmadım. Aklıma da takılmadı değil; acaba adam her Salı mı demek istemişti yoksa, yalnızca bugün mü demek istemişti. Bugün için, bugün için.. Biraz şaşkın, biraz da kızgın odadan ayrıldım. İkinci teneffüs tekrar müdür yardımcısının yanına gelip bugün için derken ne demek istediğini sordum. Her Salı demek istediğini çaba sarf ederek anladım. 'Ama' dedim, '...ben görevlendirmeyle geliyorum, kendi okulumda nöbet tutuyorum, bu okulda nöbet tutamam.' 'Öyle ama kendi öğretmenlerimiz yetersiz geliyor.' dedi. Baştan güzel bir dille açıklayıp rica etseydi zaten tamam derdim. Müdürüme danışmak için telefon ettim. ‘Mecburlarsa bizim okuldaki nöbetinizi kaldırırım hocam.’ dedi. Konuyu böylece çözdük. Sonuç itibariyle bu görevlendirme okuldaki ilk günüm pek güzel geçmedi.

8 Mart 2007 Perşembe

Görevlendirme

Biz branşçılar haftada 15 saat zorunlu -maaş karşılığı çünkü-, 15 saat de isteğe bağlı olarak toplam 30 saat derse girebiliyoruz. Okulumuzda 15 saatlik zorunlu ders kotamızı doldurursak, başka okullara gitmemize gerek kalmıyor. Ama bizim Milli Eğitim Müdürlüğü, ilçede açık olduğu için kendi okulunda 15 saatini dolduran öğretmenlere de kalan saatlerinde girsinler diye her dönem ek bir okul veriyor. Aslında işleyişe pek uygun değil (Biz daha sonra 'Ek ders saati almak için başka bir okula daha görevlendirilmek istiyorum.' yazan bir dilekçe doldurup müdürlüğe gönderiyor, durumu kurallara uygun hale getiriyoruz.), fakat; bizim orada çalışmaktan başka yapacak bir şeyimiz olmadığından ve çocukları öğretmensiz bırakmak istemediğimizden, görevlendirildiğimiz okullara gidiyoruz.

İşte beni de başka bir ilköğretime daha görevlendirdiler. Haftanın üç günü kendi okuluma, iki günü görevlendirildiğim okula gideceğim.

7 Mart 2007 Çarşamba

Taviz Yok

Burada en sevdiğim şeylerden biri, genç öğretmenlerin kendilerinden taviz vermemesi. Giyimlerinden olsun, sosyal ilişkilerinden olsun, kibarlıklarından olsun, insanlıklarından olsun. Yöre halkının medeni insana ihtiyacı var. Özellikle de kendi ayakları üzerinde duran genç kızlara, kadınlara. Giyiyoruz pantolonlarımızı, bakımlı bakımlı alışverişe, devlet dairelerine, bankalara, postaneye gidiyoruz. Çok güzel bir şey bu. Zaten öğretmenlerin öğretmekten önce gelen görevi eğitmektir, gerçek bir eğitimci olmaktır. Yalnızca öğrencilere değil aynı zamanda topluma karşı da sorumluluklarımız var bizim. Ülkemiz için, gelecek nesillerimiz için öğrencilerimizle birlikte toplumu da eğitmeli, medeni seviyeye getirmeliyiz. Çünkü toplumun yalnızca bir kesiminin parasal refaha ve medeni seviyeye ulaşması gerçeklikten uzak bir gelişmedir, gelişme olarak da sayılamaz.

Bulunduğum yer, her ne kadar sokakta dolaşan çarşaflı kadınları olsa da tutucu bir yer değil, o yüzden gelişmeye açık. Toplumumuzun her kesiminin değişebileceğine inanıyorum.

4 Mart 2007 Pazar

Trafo

Doğuda insanların pek çoğu kaçak elektrik kullanıyor. Devlet elbette bunun farkında ama buna göz yumuyor. Başka şeylere de, örneğin sokak lambalarının sürekli kırılmasına da göz yumuyor, okul camlarının yazın indirilmesine de. Biz çocuklara böyle şeyler yaptıklarında ‘başkasının hakkından çalmış olacaklarını, onların ödemediği faturaları diğer vatandaşların –mesela biz öğretmenlerinin- ödediğini, kırılan okul camların aslında içtikleri çorbadan kesilerek yenilendiğini’ sürekli anlatıyoruz.

Trafolar, bedava diye her şeye elektrik kullanılmasından doğan aşırı yükten dolayı sık sık patlıyor. İlk geldiğim günler patlama duyup alev-duman gördüğümde irkiliyordum. Şimdi aynısı olduğunda ‘Trafo patlamıştır yine’ deyip geçiyorum.

2 Mart 2007 Cuma

Derebeylik

Köyün ağası var. Eskisi zamanlardaki gibi bir ağa olmasa da köy halkının üzerinde etki sahibi ama ağa izin vermedi diye kızları okula göndermeme gibi bir şey yok mesela. Ağa daha çok danışman ve sözcü görevlerinde; köyün bürokratik işlerini de o hallediyor. Örneğin köye yol yapılması ya da su şebekesinin döşenmesi ona bakıyor. Hatta biz de bir ihtiyacımız olduğunda ona söylüyoruz. Muhtar var ama o, diğer köyde. İki köy bir idare ediliyor, nüfusları toplamda bir muhtarın idare edebileceği kadar ediyor çünkü. Muhtarı da ağa seçmiş söylediklerine göre.

Ağa, o filmlerde gördüğümüz Şener Şen tipinde zalim bir ağa değil ama onunla benzeşen noktaları var. Bizim ağa da köyü bir geçim kaynağı olarak görüyor. Bir ihale alınacağı zaman ağanın şirketi alıyor ihaleyi. Ağa köyün gelişmesini biraz da o yüzden istiyor. Bizim ilköğretimi de ağanın inşaat şirketi devletten ihaleyi alıp yaptırmış. Bu aralar köye futbol sahası yaptırmak derinde. Sonrasında da bize köyde lojman yapmak istiyormuş.

Köy halkı ağaya bir ağaya gösterilmesi kadar saygı gösteriyor. Tuhaftır, o kadar otoriter olmamasına rağmen köydeki her evde ağanın büyük boy bir vesikalık resmi var.

Onun dışında ağa, açık görüşlü bir adama benziyor. Kızı bizim okulda 8. sınıfta. Ne zaman ‘Okutacak mısın?’ diye sorduğumuzda, ‘Evet.’ diyor. Bakalım. Sonra eşinin üzerine kuma getirmemiş, bu da bir artı. Buralarda çok eşlilik hala devam ediyor. Ağanın karısının da köyde bir otoritesi olması lazım ki bizim öğretmenlerimiz ilk dönem ağanın evine gittiklerinde kadın bizim bayan öğretmenlere elini uzatmış öpsünler diye, bizimkiler de elini alıp sıkmışlar. Ağanın evi lüks değil. Hatta duvarların sıvaları dökülüyor. Yöre halkının lüks anlayışı farklı gerçi. Her evde hatta her ahırda klima var ama oturacak koltuk yok. Söylediklerine göre buralarda zenginlik tarla sahibi, daha doğrusu mülk sahibi olmakmış. Bu zenginlik günlük yaşantılarına yansımazmış. İlginç.