16 Eylül 2008 Salı

Bir Yıl Daha

Yeni bir yıla daha başladık. Bu, üçüncü yılım olacak öğretmenlikte. Artık buranın en tecrübeli öğretmenlerinden biriyim. Öyle ki müdür olmayan arkadaşım kalmadı -daha deneyimli öğretmenlerin hepsinin batıya bir yerlere tayini çıktı. Benim de doğu hizmetim değil ama burada yaşama limitim yavaştan doluyor sanırım. Önceleri hissettiğim o "bilinmeyen toprakları keşif, toplumun her kesimine hizmet" duygularını artık pek hissetmiyorum. Bakalım.

Öğrenciler resmi tatillerden dolayı bu yıl okula bir hafta erken başlayacaklar. Bu bizi olumsuz etkiliyor çünkü bizim çocuklar, geçen yıl olduğu gibi, fındık toplamaya batı karadenize gittiler, çoğu da bayrama kadar gelmeyecek. Biz habire müfredatı yetiştirme uğraşı vereceğiz. Mezun verdiklerimiz ise geç geldikleri için lise kayıtlarını kaçıracak ve sonra bizi ziyaret edip "okumaya devam edemedik, gelecek sene gideceğiz" cümleleri eşliğinde gözleri dolacak ama gelecek sene de mevsimlik işçi olup kayıtları kaçıracaklar. Ve bu böyle sürüp gidecek.

Tüm öğretenlere yeni eğitim-öğretim yılında başarılar diliyorum.

14 Eylül 2008 Pazar

Güdülenme II

Gözleri fır dönüyor. Bu mu? Yok. Peki ya şu? Bilmem ki. Bak bu da iyiymiş.

Her akşam öğretmenevine geliyor. Çoklukla yanında kendi gibi arkadaşları oluyor. Olmasa da birilerini bulup masalarına ilişiyor. Birkaç bardak çay içip dönüyor. Gözleri fır dönüyor.

Muhtemelen Anadolu üniversitelerinin birinden mezun olmuş. Kimbilir ne öğretmeni. Atanmış da artık. Parası var. Eksik olan ne var?

Gözleri fır dönüyor. O da haklı. Sıcak bir yuvası olsun ister.

Okulu bitirip mesleği eline aldıktan sonra evlenmek gerek. Ne kaldı ki geriye yapacak? Çocuk? Evet. Öyle güdülenmiş. Anası, dayıoğlu, eniştesi 'Ee oralardan hayırlı bir kısmet bulursun artık' iğnelemeleriyle uğurlamış onu.

Hiç mi dünyayı görmek istemez? Hiç mi olgunlaşmak istemez? Bilinmez.

Gözleri fır dönüyor. Aradığını bulamıyor. Umut sonra atanacaklara kaldı.

13 Haziran 2008 Cuma

Alan Taraması

Karneleri verdikten sonra birinci sınıfa öğrenci yazmak için köy evlerini paylaşarak 4 gruba ayrıldık. "Alan taraması" bu demek; öğrenci kaydı için aileleri ziyaret etmek. Köydeki her evde yaşı gelen çocuğu okula yazdırma alışkanlığı tam olarak oturmadığından her sene bu faaliyeti yapıyoruz. Öğrencilerimiz de köyü tanımamızda bize yardım ediyor. Kimi aileler, kız-erkek ayrımı gözetmeksizin, çocukları hiç hayatta değilmiş gibi davranabiliyorlar; "yok" diyorlar, "okula gidecek çocuğumuz yok". Tabii bizim öğrenciler durur mu, gelip kulağımıza fısıldayıveriyorlar "Var hocam, iki tane var hem de, göndermiyorlar." Bu bilgilere dayanarak yapılan ısrarlar sonucunda çocukları olduğunu kabul ediyorlar. 14 yaşını geçen çocuklar için maalesef yapabileceğimiz bir şey yok. 14 yaşını geçmeyenler içinse bakanlık bu sene yeni bir uygulama başlattı: Yetiştirme Sınıfları. Bu sınıflarda ilköğretime hiç başlamamış ya da okulu yarım bırakmış çocuklar hızlandırılmış dersler alarak normalden kısa sürede ilköğretim diploması edinebilecekler. İşte bu alan taramasında en çok yetiştirme sınıflarını anlattık. Gelecek eğitim-öğretim yılında ilgi göreceğini umuyoruz. Birinci sınıfaysa köydeki bütün 7 yaş çocuklarını yazdık. Bir eğitim-öğretim yılını daha böyle kapattık.

30 Mayıs 2008 Cuma

Veda Gecesi

Öğrenci sayısı çoğalınca ilkokuldan ilköğretim okuluna dönüşen okulumuzun ikinci mezunlarını bu sene verdik. İlk mezunlarımız acemiliğimize denk gelmişti; onlara yalnızca okulda küçük bir veda partisi yapmıştık. Bu yıl, merkez okullarınki gibi önceden yer ayarladık ve 20 mezunumuza velilerini de davet ederek ilçe merkezinde canlı müzikli bir veda gecesi organize ettik; köy için servis tuttuk. Geceye bir hafta kala öğrencilerimizi böyle bir olayı ilk defa yaşama heyecanı, bizi de ne giyeceğimizin tatlı telaşı aldı. Cuma günü yani bugün gelip çattığında, öğrencilerimizin 19:00 olarak karalaştırdığımız başlama saatine yarım saat erken gelip masalara yerleştiklerini fark ettik. Hepsinden en beğendikleri giysilerini giyip gelmelerini istemiştik, öyle de olmuş; ellerinden geldiğince özenmişler.

Yemeklerimiz gelmeden önce, sonrasında herkes dağılır diye, toplu fotoğraflar çektik. Yemekten sonra da hareketli müzikler çalmaya başlayan grup, artık yerlerimizde duramayacağımızın sinyalini verdi. Öğrencilerimizle beraber halay çektik; çiftetelli, şemmamme oynadık. Müzik grubuna peçeteye şarkı adını yazarak istek parçası gönderildiğini gören çocuklar kendi istedikleri şarkıları peçetelere yazıp yazıp gönderdiler. Hatta bu durum o kadar çok hoşlarına gitti ki bazen canları o şarkıyı dinlemek istemiyor olsa da peçeteye adını yazıp büyük bir gururla müzisyenlere uzattılar. Bunun dışında, özel gecelerde nasıl giyinilir, nasıl davranılır, garson nasıl çağırılır gibi davranışları fark etmeden uygulamalı olarak öğrendiler. Biz de öğrencilerimizle okul dışında bir ortamda beraber vakit geçirmenin keyfini çıkardık.

Biz okulda olduğumuz sürece veda geceleri düzenlemeye devam edeceğiz. Umarım bizden sonra gelen öğretmenler de başlattığımız geleneği sayarlar ve sürdürürler.

22 Mayıs 2008 Perşembe

Annemin Ziyareti

Atamam doğuya ilk çıktığında, neyle karşılaşacağımızı bilmediğimiz için, annemi yanımızda getirmemiştik. Böyle düşünen yalnızca biz değilmişiz ki ayak bastığımızda öğretmenevi, tam bir "babalar ve kızları" cennetiydi. Daha sonra, benim burada yaşayacağıma alışma süreci, benim buraya alışma sürecim, mesleğe ısınma sürecim, tuhaf arkadaşlarımı tanıma sürecim, mesafe uzaklığını kabullenme süreci ve daha bir çok sürecin aşılması beklenirken ikinci eğitim-öğretim dönemi bitti ve ben, annemin yanıma gelmesine fırsat kalmadan, yaz tatiline girerek memlekete döndüm.

Yaz tatili boyunca ailecek yoldaki tarihi ve turistik yerleri geze geze çalıştığım yere gitme fikrini düşünürken eylül geldi, ben tek başıma otobüsle buraya vardım.

Eve çıksam mı, eve tek başıma mı çıksam, anlaşabileceğim birini bulabilir miyim, ebeveynlerim eve çıkmadan önce mi gelseler, çıktıktan sonra mı düşünceleri ile ev arkadaşı bulup eve yerleşme süreci, eve ve ev arkadaşına alışma sürecinin çözümlenmesi beklenirken kış geldi ve ben annemin kış soğuklarında yanıma gelmesini istemedim. Kışın geçmesini bekleme süreci, tiyatro çalışmalarının bitmesini bekleme süreci ve yazmaktan yorulacağım pek çok sıkıntılı süreçten sonra nihayet annem mayıs ayında beni on günlüğüne ziyarete geldi.

O arada yeni bir fotoğraf makinesi almayı başarabilmiş olduğum için çok şanslıydı.

Evimi gördü, hatta onu biraz daha düzene soktu; arkadaşlarımla tanıştı; ilçeyi tanıdı, çarşısını gezdi, vakit geçirdiğimiz yerleri gördü; komşu ilçeyi tanıdı; okulumu ziyarete geldi; kısacası içi rahat etti. Bizler ne kadar anlatsak da, görmeden insanların aklında gerçekçi bir şey oluşmuyor. Şimdi onun oluştu, buraların haberlerdeki gibi olmadığını gördü.

Annem burada kaldığı süre boyunca bana, kendi ayakları üstünde duran bir yetişkin olduğumu hissettirdi; çok mutlu oldum. Emekli öğretmen olan annemle sokaklarda dolaşırken artık "şu hocahanımın kızı" değil de "şu hocahanımın annesi" olarak anılmamız ise bana ayrı bir gurur verdi.

Gitmeden önce ona "müessesemizin armağanıdır" diyerek burada çektiğimiz fotoğraflardan oluşan bir CD hazırladım. Otogarda aşağıdan el sallarken yanımda on gün kalmış olduğuna hala inanamıyordum.

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Sınav Turizmi

Haftasonu ALES için şehir dışındaydım. Küçük yer olduğundan ilçenin ilinde ALES, KPDS, ÜDS gibi sınavlar yapılmıyor. Biz de bu sınavlara girmek için çevredeki büyük illere gidiyoruz. Sınav süreci gezi tadında, eğlenceli geçse de dert oluyor. Başvuru için git, sınav için ayrıca git...

Geçen sene KPDS'ye girmek üzere en yakın ile gittiğimizde doğunun büyük şehirlerinde "sınav turizmi" diye bir şeyin oluştuğunu fark ettik. Biz 'buralardan kimse girmez KPDS'ye' diye öğretmenevinden yer bile ayırtmadan varmıştık sınav iline. Orada oda bulamayıp isteksiz isteksiz merkezdeki otellere yönelmiştik ki onların birinde de ancak iki oda bulup sevinmiştik. Lobide beklerken bizim gibi sınav için acaip acaip yerlerden gelen öğretmenlerle tanışmıştık. Her sınav dönemi böyle yoğunluk olduğunu söylemişlerdi. Bu dönem bir de ALES'e girince söyledikleri tescillendi. Otobüsler sınava gireceklerle doluydu. Biz bu sefer akıllı davranıp kalacağımız yeri önceden ayarladık. Sınavımıza sorunsuz girdik çıktık. Pazartesi görevlerimizin başındaydık.

4 Mayıs 2008 Pazar

Gezi Vakti

Yaza giderek daha çok yaklaşırken ısınan havalar ve durulan okullar bize gezme vaktimizin geldiğini hatırlatır. Herkes genç olduğundan kimsenin bahanesi yok. Gidelim mi? Gidelim. Okulun servisi tutulur, kişiler ayarlanır, dinlenecek cd hazırlanır, yiyecek malzeme alınır, yola çıkılır. Bu bir gelenek.



Öğretmenliğin haftasonları mutlak tatil özelliği pek güzel. Böylece çalışırken gezme şansımız oluyor. Tabii doğuda olmamız sebebiyle kimsenin adını ağzına al(a)madığı yerleri ziyaret ediyoruz. Zaten gelmesi cesaret isteyen bir yerde yaşadığımız için oraları gezmek ürkütmüyor bizi. Sizi de ürkütmesin. Yollar gayet güvenli, insanlar yardımsever.

Geçen haftadan başlayarak neredeyse tüm haftasonlarımızı gezilerle doldurduk. Kuzeye, güneye, doğuya, batıya... Hazır buradayken doğuyu enine boyuna görmek lazım.

24 Nisan 2008 Perşembe

Ve Perdeler Açıldı

Bütün hazırlıklar tamamlandı, son prova alındı. Yine de 23 Nisan ve 24 Nisan resmi tatil olduğundan son güne kadar Milli Eğitim'den onay gelmedi. Bizimse asıl amacımız 23 Nisan'da ilk oyunu oynamaktı. Bu yüzden oyun gününde oynanmayacak diye üzüldük. Salı günü yönetmenimizin Milli Eğitim Müdürlüğü'ne gidiş gelişlerinin de etkisiyle oyunu sahnelememiz için izin geldi. Alelacele davetiye hazırladık. Koştur koştur ilçenin idarecilerine dağıttık ve okullara öğrenci göndermeleri için telefon ettik.

Merkezdekiler meydandaki törenlerine, biz köydekiler okuldaki törenlerine katıldıktan sonra yani oyunun başlamasından birkaç saat önce salonda toplandık. Sahneyi hazırladık, kostümlerimizi giydik, makyajımızı yaptık. Kulis heyecanı başka bir şeymiş. Son 10 dakika. Kalpler güm güm atıyor. Arada çaktımadan salon dolmuş mu diye bakılıyor. Dolmuş. Ayakta kalanlar olmuş. Seviniyoruz. Son beş dakika. Eyvah, ses sisteminde sorun çıktı. "Arkadaşlar, efektler düzgün çalışmayabilir. Bi' şekilde kurtarın." Buruk bir aaaaaaaaa sesi. Son iki dakika. "Arkadaşlar, sorunu hallettik gibi. Yine de taklırsa kendiniz bir çözüm bulun." Tamam, elimizden geleni yapacağız. Konuşmacı sahneye çıktı. Oyun yarı interaktif, yani çocukların da katılacağı yerler var. En çok da oyunun başında. Provalarda 'ya katılmazlarsa' diye endişeleniyorduk. Kapı arkasından sesleri duyduk; Katılıyorlar. Alkıştan sonra biz gireceğiz sahneye. Kulis kapısında sıra olmuş bekliyoruz. Alkış koptu, koşa koşa sahneye girdik. Ve o andan itibaren sanki hala prova yapıyormuş gibi, karşımızda seyirci yokmuş gibi oynamaya başladık. Ne bir replik unuttuk, ne bir yerde takıldık. Müzikler kimi yerde gitse de bizi yarı yolda bırakmadı.

İkinci hatırladığım oyunun bittiğiydi. Seyircimize selam verdik. Alkışlandık, kulise girdik. Tebrik etmeye kulise gelenler oldu. Gururlandık. Çocuklar bizimle fotoğraf çektirmek istedi, daha da gururlandık. Ertesi gün sokakta yürürken bizi tanıyabilenler arkamızdan oyundaki ismimizi çağırdılar. Meşhur olmuşuz :)

20 Nisan 2008 Pazar

Kürtçe - 1

Öğrencilerim, kendi aralarında ister istemez Kürtçe konuşuyorlar. Anlamadığım için sorun oluyor. Aralarında bir anlaşmazlık olsa kim haklı kim haksız bilemiyorum. "Öğreatmanii, o bana küfür söyledi." Söyledi mi gerçekten? Ben de bu duruma şöyle bir çözüm ürettim:

Ben: Şimdi çocuklar düşünün, ben yabancı bir arkadaşımı sınıfa getiriyorum. Size bakıyoruz, dönüyoruz, kendi aramızda bir şeyler konuşuyoruz. Tekrar size bakıyoruz, dönüyoruz, konuşuyoruz. Sonra bir daha bakıyoruz, konuşuyoruz. Hoşunuza gider miydi?
Öğrencilerim: Gitmezdi öğreatmanii.
B:Gitmezdi, evet. Öyle olmasa bile sizin hakkınızda konuşuyormuş gibi olurduk. Peki ikimiz konuşurken tartışmaya başladık, siz bizi ayırmaya çalışıyorsunuz. Kimin haklı olduğunu tam olarak bilebilir miydiniz?
Ö: Bilemezdik öğreatmanii.
B: O zaman yalnızca birbirimizin bildiği dillerde konuşalım, tamam mı?
Ö: Tamam öğreatmanii. Yani İngilizce, Türkçe.
B: Aslında sadece İngilizce konuşmanızı isterim.
Ö: Vıyyy. Yapamayız öğreatmanii.
B: Yaparsınız, biraz daha zaman geçsin, yaparsınız. Şeyy, ben Fransızca bilmiyorum. Fransızca konuşmayın sınıfta, olur mu?
Ö: (Kıkır kıkır gülerek) Bilmiyoruz ki öğreatmanii.
B: İtalyanca da konuşmayın, Japonca da, Yunanca da. Anlaştık mı?
Ö: Anlaştık öğreatmanii.

Doğuda görev yapan öğretmenlere tavsiye ederim; bayağı işe yarıyor.

13 Nisan 2008 Pazar

RayRaRaRayRay

Tüm haftasonu, yarım haftaiçi toplanıp çalışıyoruz. Bazen sıkılıyoruz ama, genellikle çok eğleniyoruz. Peki ne yapıyoruz?

Biz, çeşitli branş ve okullardan 20 öğretmen, daha önce hiç izleme fırsatları olmadı diye birinci kademeye öğreaatmaaniii'lerinin oynadığı bir tiyatro oyunu çıkartıyoruz!

İlçenin tüm faaliyetlerinin yapıldığı tek sahnesinde yaklaşık bir aydır prova yapıyoruz. Arkadaşlarımızla pek görüşemiyoruz, voleybol maçları sekteye uğradı, ben de bloga seyrek yazar oldum ama değecek.

Çocuk oyunu çıkartmak bana hep daha kolaymış gibi gelirdi. Meğer yanılmışım; çok hareket gerektirdiğinden daha yorucu. Üstelik, daha çok özen istiyor çünkü seyirci kitlemiz, duygularını hemen belli edecek yaşta. Bugün provamıza 6. sınıfa giden bir kız çocuğu geldi. Tepkisi ne olacak diye tüm prova boyunca yan gözle ona baktık. Bir baktık gülmüyor, iki baktık gülmüyor, üç baktık gülmüyor. O gülmüyor, biz gülüyoruz. O gülmedikçe, biz bozuluyoruz. Sonunda güldüğünü gördük, kafamız rahat, provaya devam ettik.

Bu hafta dekorumuzu, müziğimizi, kostümümüzü ayarlayıp 23 Nisan'da bayram hediyesi olarak çocuklara perdelerimizi açacağız. Umarım her şey yolunda gider.

8 Nisan 2008 Salı

Hırsız Var

Servisten indim. Eve doğru yürümeye başladım. Birinci manavı geçtim. Züccaciye, giyim mağazası, banka... Çarşı bitiyordu, ben eve yaklaşıyordum. Kaldırımımda bir inek vardı. İkinci manav az ötemdeydi. İneği görünce yavaşladım. İnek de hareketlerini ağırlaştırdı ama bu sefer hedef değildim. Neredeyse durdum. İkinci manava çok yaklaşmıştım. İnek yönünü değiştirdi. Hızlı ve sinsi adımlarla manavın önünde üstü bol yeşillikle dolu olan tezgaha yaklaştı. Hiç oralı olmadan kafasını çevirdi ve birden en yakın marula saldırdı. Onu kaptığı gibi koşmaya başladı. İçerden dükkan sahibi koştu. İnek kaçarken panikten marulu yere düşürdü lakin artık marul için çok geçti. O bundan böyle ineğin salyalı dişleri arasında kaybolmaya mahkumdu. Manav, gülmekle utanmak arası "eeeh bee" hareketi yaptı, dükkana girdi. İnek manavın pes edişinden cesaret alarak marula öldürücü darbesini indirdi ve onu dilinin yardımıyla ikiye ayırdı. O akşam ineğin aklından geçenler şunlardı: "Her gün çerçöp, nereye kadar? Çaldık çırptık ya, bu marul iyi geldi gene de yav. Kader utansın.".

*Fotoğraf "Vikipedi"den alınmıştır.

3 Nisan 2008 Perşembe

Ocakbaşından Öte

Sahibini aylarca şef garson sandık. Her içeri girdiğimizde 'hoşgeldiniz' deyip yer gösterdi. Siparişlerimizi de her zaman o aldı. Kılığı, konuşması düzgün, basbayağı efendi bir adamdı. Sahibi olduğunu öğrenince ona daha çok saygı duyduk.

Efendi sahipli bu yer, ilçenin en gözde mekanı. Gariptir, yalnızca memur kesimi gidiyor. Sanırım farkı da buradan kaynaklanıyor. Yemekleri iyi ama salatası ayrı bir güzel. Salataya soğan koymadıkları için benim ayrıca takdirimi kazandılar. Seçeneğimiz bol olsa da 'Yemeğe çıkalım.' deyince içimizden başka bir yere gitmek gelmiyor. 17:00-20:00 arası boş masa bulması zor. Boş masa bulamayınca neredeyse yemek yemekten vazgeçiyoruz. Çünkü orası yalnızca yemekleri güzel olan bir ocakbaşı değil aynı zamanda kendimizi güvende hissettiğimiz, sosyal hayatımızın merkezi haline gelmiş yerlerden biri. Tanıdık tanımadık, herkes orada. Tam, "iki insan yüzü görelim"lik mekan. Haftasonu daha eğlenceli.

Mesela, kişi erkek-kız arkadaşıyla ilişkisini duyurmak, resmileştirmek istiyorsa bir cuma akşamı orada başbaşa yemek yemesi yeterli.

Ha, bir de arka tarafında bahçesi var. Bugün gittiğimizde açıldığını gördük. Sezonun ilk açıkhava yemeğini yedik. Çok yemişiz.

23 Mart 2008 Pazar

Simit Dünyası

Şu son hafta buraya iki tane kocaman 'simit dünyası' açıldı. Bizim oralarda modası geçti onların ama biz dışarda oturabileceğimiz mekan çeşitlendi diye sevindik. Bir arkadaşımsa simit dünyalarının yeni açılıyor olmasının buranın geride kaldığının göstergesi saydı. Güldük.

Bugün deneyelim diye yola yakın olanına gittik, mekan ferah ama komikti. Hiçbirimizin siparişi tam gelmedi. Daha kötüsü gelir endişesiyle tepsileri tamamlatmadık. Tepsilerde kağıt yoktu. Çörekler 'Alın, hepsini yiyin aslanlarım' der gibi tepsilerin içine bırakılmıştı. Nitekim yedik. İlçenin restoran, pastanelerinde genellikle servis özenli olur. Yeni olmanın verdiği bi' kafa karışıklığı herhalde.

21 Mart 2008 Cuma

Nevruz

Nevruz olaysız geçti gibi. Bu sene benim ev sakin bir yerde olduğundan ve nevruzda dışarı çıkmadığımdan öyle düşünüyor da olabilirim. Yine de kulağımıza geçen sene olduğu gibi yaralanma, taşlama vs. olayları çalınmadı. Yasadışı sloganlar mutlaka atıldı ama sakin geçti gün.

Haberler genelde abartılarak hatta çarpıtılarak yansıyor ekranlara ama şu söyledikleri "sokaklarda kadınlar ve çocuklar vardı" sözleri çıplak gözle görülen bir gerçek. Burada zaten en çok çekindiğiniz şey çocuk çeteleri oluyor. 10-15 tanesi bir arada geziyor. Her şeyi yapabilirler. Çocuk ne yaptığının farkında değil çünkü. Taş atıp kafanı yarabilir ve bu ona çok eğlenceli gelebilir. Pek sahip çıkmıyorlar çocuklarına. O yüzden de lastikleri yakanlar, pankart sallayanlar çoğu zaman bunu bir eğlence sanan çocuklar oluyor.

Nevruz'u da atlattık.

20 Mart 2008 Perşembe

Manzara Aynı

Haberlerde izliyorsunuzdur. Nevruz yaklaştıkça doğu illerinde, ilçelerinde çocuk yaştaki erkekler "kamyon lastiklerini" yol ortalarında ateşe verip etrafında slogan atmaya başlıyorlar. Olay çoğu zaman polisin gelmesiyle, sadece gelmesiyle, son buluyor. Göstericiler sokak aralarına dağılıveriyor. Burada da son 3 gündür manzara aynı. Akşamları dışarı çıkmıyoruz. Nevruz'u tedirgin bekliyoruz. Baharın gelişi kutlanır, hem çoğu kültürde vardır hem de güzeldir ama başka işlere alet olması fena. Bakalım yarın neler olacak?

16 Mart 2008 Pazar

Anadolu Notları

Bu aralar, Reşat Nuri Güntekin'in 1930'lu yılların sonunda Milli Eğitim Müfettişliği yapıp ülkeyi gezdiği sırada yazdığı Anadolu Notları*'nı okuyorum. 70 yıl önce yazılmış olmasına rağmen kitapta, yaşadıklarımla benzeşen noktalar var.

İstasyonda isimli yazısında geçtiği istasyonlardan birinin gençten bir memuruyla yaptığı kısa sohbetini anlatıyor Reşat Nuri. Memur ona oralardan çok sıkıldığını, adeta cehennemde yandığını söylüyor. Reşat Nuri'nin bu söze yorumu şöyle:

"Sonsuz yeşilliklere ve su seslerine boğulmuş bir yere 'cehennem' demek bana ilk önce nankörlük gibi görünmüştü. Fakat bir parça düşününce hak verdim. Yaşamak ve eğlenmek ihtiyacında bir ümitsiz genç, yeşillik ve su içinde de pekala cehennemde gibi yanabilir. (s. 18)"

Burası da sade bir ilçe olmaktan başka suçu yokken biz genç öğretmenlere korkunç bunaltıcı gelebiliyor.

Bekar Memurlar Suikasti isimli yazısında ise doğu illerinin birine teftişe gitmişken otelde daimi kalan memurlar nedeniyle yatacak bir yer bulamayışından yakınıyor yazar:

"...vilayetlerimizin bir kısmında inci gibi oteller meydana gelmiştir. Onları günün münasip bir saatinde gezip seyredebilirsiniz; gazinosunda bir kahve veya çay içmeniz daima mümkündür. Fakat içlerinde yatmağa kalkarsanız bunu bu gece de, yarın gece de, bu hafta ve gelecek sene de ümit etmeyin.
Önceden akla gelmiyor ama sebep gayet basit. ... Şehirde bekar yahut henüz ailesini getirmemiş birçok memur var. Defterdar ve mektupçudan itibaren vilayet memurları, bankacılar, lise, orta mektep muallimleri ve saire...
Bunlar suyu, elektiriği, hamam ve sairesi şöyle dursun bazılarının el yüz yıkayacak yeri bile bahçenin bir köşesinde olan eski tertip yerli evlerine dünya kadar para verip başlarını belaya sokmaktansa bu otellere pansiyoner olarak yerleşiyorlar. Bu suretle nihayet yedi sekizden ibaret bulunan odalar kapanın elinde kalıyor. (s.187)"

Günümüzle karşılaştırıldığında değişen pek bir şey yok. Öğretmenevinde kalırken, devletin başka bir dairesinin kısa bir görevi için şehir dışından gelen memuru boş oda bulamıyor ve daimi kalan öğretmenlerin odalarındaki boş yataklara yerleştiriliyorlardı. Biz de öylelikle odamızda bir kaç kişiyi misafir etmiştik.

Yazarın Gurbet isimli yazısının şu bölümüne de katılıyorum:

"Anadolu, her yabancıya az çok bir garipseme duygusu verir. ... Çünkü netice itibariyle gurbet kurdunun için için kalbimizi kemirdiğini duyarız. ... Anadolu'yu bu vaziyette gezen seyyahın, yahut bir kasabasında yaşayan İstanbul'lu memurun onu karanlık renklerle tasvir etmesi ve hayatsızlıktan şikayet etmesi herhalde bundan ileri geliyor. Ağrılarının, içinde yattığı yataktan geldiğini vehmeden hasta gibi, biz de sırf kendi yüreğimizde getirdiğimiz ağrının mes'uliyetini galiba haksız olarak Anadolu'ya yükletiyoruz. Erkenden kapılarını kapamış, mütevazi basma perdelerinin arkasında lambalarını yakmış evlere, sokaklardan baktığımız zaman onları bir can sıkıntısı ve asteni yuvası gibi görüyoruz. Çaresini sokaklara dizilecek fenerlerde, dökülecek insanlarda aramaya yelteniyoruz. Hasretini çektiğimiz evimizin de bu saatte bir yabancıya aynı manzarayı göstereceğini aklımızdan geçirmiyoruz. ... Hepimizin saadeti aşağı yukarı alıştığımız dekorun motiflerinden yapılmış değil midir? Böyle olduğu halde alışkanlık dediğimiz kudretin, bu çarpık çurpuk viran evlerde de aynı mucizeyi yapmış bu dekoru boyamış olmasını bir türlü aklımıza aldıramıyoruz. (s. 213-214)

Yine de Reşat Nuri'nin bu gözlemleri bir yerde çok uzun süre kalmadan yaptığını unutmamak gerek. Uzun süre kalınca, hele de mesleğiniz öğretmenlikse, o basma perdeli mütevazi evlerin içinde yaşayanları görmeye, tanımaya ve bir nebze anlamaya başlıyor; dekoru ilk gelişinizdeki gibi garipsemiyorsunuz.

*Güntekin, Reşat Nuri; Anadolu Notları I-II; İnkılap Kitabevi; İstanbul.

8 Mart 2008 Cumartesi

Dünya Kadınlar Günü

Telefonlar geldi. "Hocam, 10:00-16:00 arası dışarı çıkmayın."
Planlar ertelendi. "Buluşmayı pazara mı alsak?"
Erzaklar depolandı. "Bir ekmek fazla olsun."

Sokağa çıkılmadı.

Eylem vardı.

Kadınlar sokağa dökülmüş bağırıyorlardı.

Genç kızlar bayrak sallıyorlardı.

Eylem yanlıydı.

Kadınlar, hiç konuşulmadı.

8 Mart'tı.

3 Mart 2008 Pazartesi

Maç

Okul çıkışı toplanıp YİBO*'nun kapalı spor salonunda voleybol maçı yaptık. Hiçbirimiz iyi değildik ama bayağı eğlendik. Bizim takım yendi. Ben fena sayılmam, yine de öğrenciyken bu tür etkinliklere yeterince katılmadığıma pişman oldum. Ortaokulda takım antremanlarına 3 kez gidip bilekleri morartınca devam etmemiştim, keşke etseymişim.

Buralarda yapılacak şeyler sınırlı olduğundan halk oyunları, spor karşılaşmaları gibi klasik okul etkinlikleri hayatımızda önem kazanıyor. Onlarda iyi olmak da daha güzel vakit geçirmemizi sağlıyor, kendimizi zinde hissettiriyor.

Karar verdim, bu sefer toptan kaçmayacağım.

*YİBO: Yatılı İlköğretim Bölge Okulu

28 Şubat 2008 Perşembe

Kademem ilerlemiş.

27 Şubat 2008 Çarşamba

Sonunda Gördüm

Her gün merakla İLSİS*'e bakıyordum. Bugün gördüm. İLSİS sicilimizi internetten takip edebildiğimiz bir site. Artık orada da görevi kısmında aday öğretmen değil, öğretmen yazıyor. Aday öğretmenlikten öğretmenliğe geçince 1 kademe yukarı çıkarız, daha sonra çalışılan yıla ve yere göre de derece-kademe ilerler. Benim kademem aynı duruyor, ona canım sıkıldı biraz.


*İLSİS: İl ve İlçe Milli Eğitim Müdürlükleri Yönetim Bilgi Sistemi

25 Şubat 2008 Pazartesi

"Gözlerin mi doldu?" "Yok, gözüme toz kaçtı da."


Sabah okula gidip İstiklal Marşı ile Andımız'ı okuduktan sonra meydana bir masa, bir bayrak, bir mikrofon, iki de hoparlör çıktı. Geçen dönem okula atanan 4 öğretmeniz. Birbirimize "Hangi belirli gün, hangi hafta, nasıl unuttuk?" derken müdür çıktı, bizi kürsüye davet etti. Dördümüz de kazasız belasız bir yılı doldurmuştuk. Okulumuz bundan dolayı bize küçük bir jest yapmaya karar vermiş: öğretmen yemini ettirmeye. Hava oldukça soğuktu. Tam biz kürsüye çıkınca kuvvetlisinden bir rüzgar esmesin mi! Gözlerim rüzgarda her zaman yaşarmıştır. Yemini ederken gözlerimden yaşlar boşandı. Haliyle bütün çocuklar bana baktı. İçeri girince de soru yağmuruna tutuldum. "Öğreatmanii, neden ağladınız?". "Ağlamadım, rüzgardan oldu." desem, inanmazlar. Duygulandım deyip geçiştirdim. Bakın şu rüzgarın bana ettiğine.

24 Şubat 2008 Pazar

1 liracılar; tabelasında "Her şey 1 lira." yazıp da her şeyin 1 lira olmadığı dükkanlar. (Tabelalarında "Çoğu şey 1 lira." yazması gerektiğini düşünüyorum.) Burada onlar kıyıda köşede kalmış, insanların burun kıvırdığı dükkanlar değil. Mağaza da çok fazla olmadığı için hemen herkesin ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla gittiği yerler.

Benim için ise bu dükkanlara gitmek, ihtiyaçtan çok eğlence. Hele bir tanesi var ki... Loş dükkana girdiğimde fantastik bir filmin içinde buluyorum kendimi; bir sürü acaip şey o loşlukta anlamsızca biraraya geliyor, ben onları kabulleniyorum. Bulaşık süngerinin yanında balık biblosu, en üst rafta devasa bir yapay ağaç, zeminde duvar saati. Bu renkli dünya büyüler beni.
Posted by Picasa

20 Şubat 2008 Çarşamba

Asaletin Bedeli

12 ay 4 gündür 657'ye tabiyim. Başka bir deyişle, aday öğretmenlikten asil öğretmenliğe geçmek için gerekli olan süreyi doldurdum, üzerine 4 ekledim. Ekledim ki sicilime baktığımda adaylığım kalkmış olsun. Peki n'oldu?! Unvanı kısmında hala "aday öğretmen" yazıyor, başka bir kısımda "stajyer" yazıyor. Vallahi stajyer değilim; tutanağı da öğrendim, nöbet defterini doldurmayı da.

15 Şubat 2008 Cuma

Oldu Mu O Kadar?

Buraya geleli tam bir yıl oldu. Şubat tatilinde görüştüklerim, bir yıl önce burası hakkında kendi aklıma takılan soruları bana sorunca içten içe onları yadırgamam, burayı benimsediğimi fark etmeme neden oldu. Oysa okulumun adını bilgisayar ekranında gördüğümde şimdi aklıma geldiği için utandığım sorular uçuşuyordu kafamda.

Elbette burası her şeyin mükemmel olduğu bir yer değil. Şehirleşme bakımından altyapı sorunları var, örneğin elektrikler sürekli kesiliyor, fakat burası Anadolu’nun herhangi bir ilçesinin koşullarında. Apartmanları, marketleri var. Çok çeşitli olmasa da dışarı çıktığımızda oturabileceğimiz, alışveriş yapabileceğimiz yerler var. İlginçtir, ailelerin gittiği canlı müzik yapan mekanlar var. Her köyün, mezranın güzelce okulu, yolu, sağlık ocağı var. Yaşama bakımındansa belki de çoğundan daha iyi çünkü halkı tutucu değil. Yine de yöre kadınlara, gençlere, çocuklara ve doğaya karşı zihniyetini değiştirmeli. Bu genellemeden kimi velilerimi ayrı tuttuğumu belirtmek isterim.

İnsanların maddi refahı düzeyi her yerde olduğu gibi. Yani fakiri de var zengini de. Sokaklarda jipler görebilirsiniz. Ama daha önce “Büyük Adam Yüzlü Çocuklar” yazımda belirttiğim gibi zenginlik anlayışı farklı olduğundan aileler yardıma muhtaçmış gibi görünüyor. Hani turistik amaçlı gelen biri, aklına önceden yazdığı düşüncelerinin de etkisiyle, burası hakkında çok kötü bir tablo çizebilir, fotoğraflarla da bu gerçek olmayanı kanıtlayabilir.

Teröre gelince, kurşunlar havada uçuşmuyor ama, terör tehlikesinin varlığını her daim hissediyoruz. Örneğin köye giderken arama noktalarından geçeriz. Ya da kimi günler asker bizi dışarı çıkmamamız gerektiği konusunda uyarır.

Bir de dil sorunu var ki o gerçekten de kafamda kurduğum gibi çıktı. Halk, zorunda kalmadıkça Türkçe konuşmuyor; öğrenciler kendini ifadede zorlanıyor. Biz ise yanımızda Türkçe konuşulmadığı zaman kendimizi dışlanmış hissediyoruz. Yine de bize karşı sergilenen ciddi bir ırkçı tutum yok.

İlk yılımın raporudur.

11 Şubat 2008 Pazartesi

Tatilden Çıktık

İkinci eğitim-öğretim dönemine başladık ve başlar başlamaz doğuda olduğumuzu anladık. Bugün istihbarat ekibinden bir yüzbaşı bizi bilgilendirmek üzere okula geldi. Soru-cevap şeklinde geçen ziyarette daha çok okulumuzun bulunduğu dar alan hakkında aklımıza takılanları sorduk. Mayın olması ihtimali, çatışma çıkması ihtimali vs.

-Mayın çıkmaz, merak etmeyin. Zaten artık hedef siviller değil. Askere yönelik uzaktan kumandalı bombalar kullanılıyor. Son dönemde de buralarda hiç çatışma olmadı.

-Son dönemden kastınız?
-Son iki-üç ay.
-(derin bir) Hımmm.

S
onra öğrencilerimize verecekleri "Patlayıcıları Tanıma Eğitimi"nden bahsetti. Yörede hızlı 95-96 yıllarından arta kalan el bombaları ve mayınlar toprağa gömülü halde mevcut bulunabiliyor. Bu patlayıcılar yağmur gibi doğal olaylarla gün yüzüne çıkıyor; patlayıcıları bulup oyuncak sanan çocuklar ölümcül yaralar alıyor. Öğrencilerimizin bu gibi olaylara kurban gitmemesi için eğitimi almaları gerek.

Eğitimde gösterilmek üzere, buralarda bulunması muhtemel bütün patlayıcılardan birer örnek getirilecekmiş.

Ben hayatımda, savaş müzelerindekinden başka, hiç el bombası görmedim.

25 Ocak 2008 Cuma

Tatile girdik! :)

24 Ocak 2008 Perşembe

Sawura Wako

Meslek lisesinin -ve tabii diğer tüm düz liselerin kullandığı- ders kitabı çok fena bir kitap. İçinde modern dil öğretimine dair neredeyse hiçbir şey yok. İsmi "An English Course For Turks". Bir İngilizce kitabının ismi böyle olur mu yahu? Hiç çekici değil. Eğlenceli olmalı dil öğretimi. Şarkı yok mesela kitapta. Anlamsız diyalogların bulunduğu bir kasedi var yalnızca, o da işe yaramıyor. Ben de bu açığı kapatmak için kendi arşivimdeki, dil öğretimi için yapılmış akılda kalıcı ritimli küçük şarkılar olan "jazz chant" leri kullanıyorum yeri geldikçe. Böylece derse biraz renk katabiliyorum.

Bu dönem, birinci dönem konularımı tamamladıktan sonra 1 dersim kaldı geriye. Onda da öğrencilerime jazz chant'lerden farklı olarak dünya müziklerinden örnekler dinletmeye karar verdim. MP3 çalarıma Simply World serisini, Pink Martini'nin "Hang On Little Tomato"sunu yükledim, bilgisayarımın hoparlörlerini çantama attım, okula vardım. Daha önceden haber uçurduğum için merakla bekliyorlardı. İngiliz, Japon, İtalyan, Fransız, Afrika müzikleri dinlettim. En çok "Cake"i beğendiler. Ama daha sonra şarkıları ardarda dinlediğimiz için ilgileri kayboldu. Bir tanesi "İsmail YK yok mu hocam?" diye sordu. Hoş, baştan bu soruyu soran öğrenciler de çıktı kimi sınıflarda. "Madem öyle, Türkçe bir şeyler de dinleyelim." deyip Bulutsuzluk Özlemi ve Bülent Ortaçgil şarkıları çaldım. "Ayna grubu mu?" diye sordular. Öğrencilerimin arasında Ayna grubu pek meşhur. Ayna grubu mu kaldı piyasada?! Neyse ki birkaçı "Yaşamaya Mecbursun"u hemen öğreniverdi de, ben de mutlu oldum.

22 Ocak 2008 Salı

E-okul

Öğrenci ve okul bilgilerinin internet ortamında yer almasını sağlayan, Milli Eğitim Bakanlığı'na ait sistem, "e-okul". Güzel aslında. Okulların denetlenebilirliğini artırıyor ve devletin vatandaşlarını daha kolay kayda almasını sağlıyor. Öğrencilerin her yıl fotoğrafı çekip ekleniyor, böylece fiziksel değişimleri yıldan yıla takip edilebiliyor. Sınavlarda da adayların kimlik bilgileri ve fotoğrafları buradan elde ediliyor; sınav sahteciliği zorlaşıyor.

Düşünün, doğunun bir ilçesine ait bir köydeki mezra okulunda kimlerin öğrenim gördüğünü fotoğraflı olarak öğrenebiliyorsunuz.

Fakat sınav sonuçlarının girileceği tarihlerde -M.E.B. tarafından belirlenen tarihler var- sistemi kullanmak sancılı bir hal alıyor, çünkü ülke çapındaki tüm öğretmenler sisteme aynı anda giriş yapıyor. M.E.B. ona da bir çözüm bulursa bu işi başarmış olacak.

17 Ocak 2008 Perşembe

% 95

Memurların yüzde doksan beşi yerli değil. Biz buraları topluca bırakıp gitsek en çok yöre halkı madur olacak. Yerli doktoru yok, öğretmeni yok, hemşiresi yok, maliyecisi yok... Hani demek istediğim, olur ya her yerde, yılların meşhur matematikçisi vardır mesela. Bir ailenin aralarında kuşak farkı olan bir kaç üyesini aynı öğretmen okutmuştur. Ondan konuşur, "Ne adamdı yaa!" diye gülüşürler aralarında. Burada öyle değil.

Biz velilere benim yukarıda kurduğum ikinci cümleyi kurduğumuzda, veliler güceniyor. Ama gerçek bu.

8 Ocak 2008 Salı

Tuz

Geçenlerde mahallemizin bakkalına sipariş vermek için telefon açtım.

Ben: 1 kilo domates, 1 kilo yoğurt, 1 paket puding.
Bakkal: Tuz mu?
Ben: Tuz değil. Puding.
Bakkal: Tuz mu?
Ben: Tuz değil, tuz değil. Puding.

Sonunda mesele anlaşıldı. 'Toz olan puding mi?' demek istiyormuş. Buranın insanı o'ları u şeklinde söylüyor. Çocuğa çucuk, korumaya kuruma, gole gul diyor. Geçen sene Türkçe öğretmenimiz bu yüzden çıldırma noktasına gelmişti. Çocuklar o'yu kapalı u, u'nun kendisini de açık u diye tanımlıyormuş. Bir an çıkıverdi aklımdan.

2 Ocak 2008 Çarşamba

Yine Mi Yazılı? Yine Mi Yazılı?

Döner dönmez üçüncü yazılılar sardı dört bir yanımızı.

Her yazılı hazırlayışımda aynı duyguları hissediyorum: Çok kolay hazırladım yahu. Bu kadar da olmaz ki?!

Ve tabii her yazılı yaparken de aynı duyguları hissediyorum: Çok mu zor sordum acaba? Değil aslında ama. Allah allah.