İçmeyin, zararlı desen de fark etmiyor. Çocuklar bunu bayramın özelliklerinden biri olarak görüyor. Ne acaip. Velilerle konuşmak lazım.
25 Aralık 2007 Salı
Tatil Dönüşü
İçmeyin, zararlı desen de fark etmiyor. Çocuklar bunu bayramın özelliklerinden biri olarak görüyor. Ne acaip. Velilerle konuşmak lazım.
18 Aralık 2007 Salı
3 Ay 20 Gün...
17 Aralık 2007 Pazartesi
Bangır Bangır
Fırladığım gibi yerimden, müdür odasına vardım. Baktım, 'karışık çalma' özelliğini açmışlar media player'ın, arada benim müziklerden de seçiyor bilgisayar. Neyse ki okulda gıcık matematikçiden başka kimse sözleri anlayacak kadar İngilizce bilmiyor. O da ortalarda yoktu. Çaktırmadan hallettim durumu. Sonra da hınzır hınzır güldüm.
10 Aralık 2007 Pazartesi
Eski Belediye Başkanının Evi
Terzi: Yok hocam ama bir dükkan var eski belediye başkanının evinin orda.
Ben: Neresi orası?
Terzi: (şaşkın) Bilmiyor musun?
Çok karşılaşıyorum bu tarif şekliyle. Hala da eski belediye başkanının evinin nerede olduğunu öğrenemedim. Hayır, ben kendim yeni olduğumdan belediye başkanının eskisi yok benim için. Şimdikini bile bilmiyorum, onu nereden bileyim. Ama öğrenmek lazım belli ki.
Bu hafta sonu da meslek lisesinin veli toplantısı oldu. Kapıda böyle lüksünden bir araba. Hizmetliyle sohbet ediyoruz. 'Eski belediye başkanının arabası.' dedi.
Ben: Bu eski belediye başkanı bayağı önemli biri herhalde.
Hizmetli: Öyledir. Burada beş dönem belediye başkanlığı yapmıştır. Aşiretleri köklüdür. Çok önemli adam.
Ben: Evini de herkes biliyor.
Hizmetli: -gülerek- Doğrudur.
En kısa zamanda eski belediye başkanının evinin yerini öğrenmem lazım. Duyduğuma göre elektrikler de kesilmiyormuş onun mahallesinde. Taşınırız belki, kim bilir?!
26 Kasım 2007 Pazartesi
26 Kasım Öğretmenler Günü
Köy çocuklarını tanımak başka.
24 Kasım 2007 Cumartesi
Bahtsız
Eskiden beri özel günler benim için pek güzel geçmemiştir.
Liseden başlayalım: lisede hani herkesin güzel bir mezuniyet balosu olur ya, bizimki birlik olamadığımızdan mı, arkadaşlarımın pek öyle şeyleri bilmemesinden midir nedir, gerçekleşemedi. Yıllığımız da zaten katılanların az olmasından dolayı adi kağıttan yapılmıştı.
Lise sonda Final dershanesine gidiyordum. Final dershanesi ÖSS’de Türkiye ilk 1000ine girenlere ödül töreni düzenliyor ve her bir öğrenciye adının yazılı olduğu bir plaketle bir büyük cumhuriyet altını hediye ediyordu. Ben de o yıl YDS’de ilk bine girdim. Ödül törenine annemlerle hazırlanıp gittik ama tören ne önceki yıllardaki gibi görkemli ne de eğlenceliydi. Üstelik bizlere bırakın altını, üzerinde ismimiz yazan bir plaket bile vermediler. ‘Başarılarınızın devamını dileriz..’ yazan birer küçük metal tabaka tutuşturdular elimize.
Sonra üniversiteye gittim. Üniversitede hiçbir doğum günüm normal günlere denk gelmedi. Ya dini bayram ya da kötü hava şartları yüzünden arkadaşlarımla şöyle gönlümce kutlayamadım doğum günümü.
Mezun olurken... Yıllığı bu sefer kurtardık ama Dedeman’da gerçekleşecek mezuniyet balomuz, birbiriyle zıtlaşan iki grup ve onların birbirine attığı iftiralar yüzünden son anda iptal oldu ve zoraki çabalarla TCDD’nin bir tesisinde masaların yarısı halka açık olarak yapıldı. Şıkır şıkır giyinmiş olan bizler, tanımadığımız göbekli teyzelerin, amcaların tempolu alkışları arasında piste çıkıp çıkıp oynadık.
Her yıl yapılan isim anonslu diploma teslim töreni bizim sene yapılmadı. Onun yerine biz eğitim fakültesini üniversitenin stadında toplayıp provası bile yapılmamış bir kep töreniyle mezun ettiler. (Öğretmenlik yemini edebildik neyse ki.) Üniversitemiz bizden sonraki mezunlara İnönü stadında haber bültenlerine bile konu olan anlı şanlı, konserli bir kep töreni yaptı. Biz de üzülerek seyrettik.
Ve öğretmen olunca… Başladığımdan beri hiçbir özel gün hafta içine denk düşmedi. Hafta sonu olunca da büyüsünü yitirdi. Tıpkı bu Öğretmenler Günü gibi:
İlçede yapılan kutlamalara katıldım. Önce çelenk törenine, ardından kutlamaya. Stajını tamamlamış öğretmenler her yıl öğretmenler gününde yemin ederler. Bu öğretmenler gününde de biz yemin edeceğiz derken milli eğitim müdürlüğü sayımızın çok olmasından ötürü içimizden yalnızca on beşini seçip törende yemin ettirdi. O on beş kişinin arasında ben yoktum. Onları buruk buruk alkışladım.
24 Kasım’ı, 26 Kasım Pazartesi günü köyde, öğrencilerimizle kutlayacağız. Benim ilk gerçek öğretmenler günüm olacak, ama bakalım nasıl olacak?
22 Kasım 2007 Perşembe
İtiraf Ediyorum
En çok 4. sınıflarla çalışmaktan şikayetçiyim. En mutlu olduklarımsa lise 2'ler.
20 Kasım 2007 Salı
Çocuk Mu, Büyük Mü Anlamadım.
18 Kasım 2007 Pazar
Yaşasın, bitti!
gibi hiçbir işe yaramayan hesaplarımı yaptıktan sonra daldım yazılılara. Meslek lisesinin sınıfları kalabalık olduğu için bu dönem çok kağıt okuyorum. Sıkıcı bir iş. Aynı şeyleri dön dön oku. Üniversitede çeviri hocamız, 'Sizin sınavlarınız yerine kitap okusam kaç cilt bitirirdim acaba?' derdi. O da sıkılıyormuş demek ki. Yazılıları okurken yüzü hep gözümün önüne geldi.
Okuması değil de, yazılı yapması ve sonuçlarını sınıfta söylemesi güzel.
Yazılı yaparken en çok son 5 dakika demesini seviyorum. 'Hiiii!', diye topluca bir ses geliyor sınıftan. Gülüyorum.
Sonuçları söylerken de hepsi melül melül yüzüme bakıyor. O da komik geliyor bana.
Onlar da benim yazılı okurkenki perişan halimi görseler gülerler galiba.
Birinci yazılıları bi' gayret bitirdim, mutluyum.
10 Kasım 2007 Cumartesi
İlk 10 Kasım'ım
Yine de törenlere, bayramlara iyi hazırlandığımız için gurur duyuyorum.
29 Ekim 2007 Pazartesi
Cumhuriyet Bayramı
Güzel bir program hazırlamıştık. Çocuklarla 'Cumhuriyetimizin bekçileriyiz.' vb yazan pankartlar yapmıştık. Tüm bu özene rağmen halktan hiç kimse kutlamamıza katılmadı. Cumhuriyet Bayramı'nı okulumuzda kendi kendimize kutladık. Halbuki en önemli bayramımıza köy halkının coşkuyla katılmasını isterdim. 23 Nisan'a genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, çocuğuyla katılmışlardı. Bu fena oldu. Yine de en çok hoşuma giden şey biz genç öğretmenlerin şıkır şıkır takımlarla bayrama gelmesiydi. 'Köyde kutlayacağız nasılsa, dağın başında kim bizi görsün.' dememişti kimse. Bizim okulun kadrosunda en sevdiğim özellik bu. Dikkat edilir nerede ne giyileceğine.
Ne yaparsak yapalım, milli bayramları köyde kendi kendimize kutlamamız güzel olmuyor. Aslında ilçe milli eğitim köylere servis ayarlayıp bizim çocukları da özel günlerde ilçedeki kutlamalara getirtebilir. Köyler ilçeye çok yakın. Çocuklar da böylece değişik bir etkinliğe katılmış olurlar. Öyle unutulmuş gibi, bir kenarda kutlayınca bayramların tadı pek olmuyor.
24 Ekim 2007 Çarşamba
Merak Edenlere...
14 Ekim 2007 Pazar
Şeker Bayramı
Hepimizin ortak şikayet konusu bayramın arsız çocuklarıydı. Cevap vermemene rağmen ısrarla kapı zilini çalanlar, kapıları tekmeleyenler, yedikleri şekerlerin kabını yere atanlar, bayram harçlıklarıyla aldıkları torpilleri patlatanlar. Ve gelen şikayetler üzerine belediyeden yapılan anons. Görevli önce en sakin ses tonuyla başlıyor: 'Dikkat! Sukakta turpil, fişşşeak, kız kuvalayan (o sırada fişek sesleri devam ediyor -ciuvv, dıgş, tak) atılmaası ve satılmaası yasaktır!' Görevli derince nefes aldıktan sonra bir kez daha tekrarlıyor: 'Dikkat! -ciuvvv, pat pat pat- Sukakta turpil, fişşeak, kız kuvalayan atılmaası ve -ciuvv, taka taka- satılmaası yasaktır!'. Belediye görevlisinin sonunda sabrı taşıyor ve birden sinirle bağırıyor: Çucuklarınıza sahip çıkın lo!
Etrafta güzel giyinmiş arsız çocuk bolluğundan başka en çok kravatsız takım elbiseli adamlar vardı. Erkek erkeğe, öbek öbek bayram ziyaretlerine gidiyorlardı. Hele bir topluluk, tek sıra olmuş, sırayı da bozmadan uzun yolda öylece ilerledi ve gözden kayboldu. Kadınlar bu sefer ortalıkta yoktu ama sokaklarda, okudukları belli olan ergenlik çağındaki kızlar ve erkekler dolaşıyordu. Çocuğu, adamı, yaşlısı, genç kızı, hepsi temiz ve güzel giyinmişti. Genelde bakımsız olan yöre halkını böyle görmek hoşuma gitti. Ve tabii, 'esnaf iyi para kazanmıştır' diye düşünmeden edemedim.
Buradaki ilk bayramımı da böylece geçirdim.
11 Ekim 2007 Perşembe
Arife
Yeni gelen bir şeyler vardır diye nispeten şık olan giyim mağazalarından birine girdim. Mağazanın içi, yüzünü açmış çarşaflı kadınlar ve onların esmer çocuklarıyla doluydu. Mağazadaki televizyondan ilahi sesleri geliyordu. Tek başıma onların arasında kalan ben, üzerimdeki kargo pantolonumla yabancı bir gazeteciyi andırıyordum. 'Arabistan'da kadınlar alışverişe akşam saatlerinde çıkıyorlar. Bulunduğumuz mağazada, ev dekorasyonundan giyime her şey var.' Sonra fonda Gökhan Özen çalmaya başladı. 'Gökhan Özen gördüğünüz gibi Arabistan'da da biliniyor.' - o sırada birkaç Arap genç kızla röportaj yaptığım görüntüler devreye girer: 'Geçen yaz Türkiye'ye ziyarete gelmiştik. İlk orada duymuştum. Şimdi ülkemizde de şarkıları dinleniyor.'
Kalabalığı yararak kendimi sokağa attım. Yine sokakta bir sürü çocuk ve kendine en tuhaf renklerde gömlek alan yetişkin erkekler vardı. Çarşıdaki kalan işlerimi hallettikten sonra eve doğru yol aldım.Yolda hala ev temizliği yapan kadınlar gördüm. Çoğu halı yıkıyordu. Bu yörenin kadınlarının, genç kızlarının ömrü halı yıkamakla geçiyor. Eve vardıktan on dakika sonra yakınımda oturan bir öğrencim bana içli köfte getirdi. Mutlu oldum. Akşam yemeğinde içli köfteleri afiyetle yedik.
9 Ekim 2007 Salı
Elif'cik, Bizi Affet!
Bizim ilköğretimden geçen yıl 3'ü kız olmak üzere 8 öğrenci mezun oldu. Onların doğduğu yıllar, malum, terörün zirvede olduğu yıllar. Az sayıda olmalarının sebebini buna bağlıyoruz. Bu kadar az sayıda olmaları maalesef kızların liseye gitmelerine engel oldu. Çünkü en çok söyledikleri bahane buydu. Tabii gerçekten isteselerdi ona da çare bulurlardı. Ağa, kızını ve diğer iki kızcağızı her sabah işine giderken okula götürebilir, akşamüstü de geri getirebilirdi. İstemedi.
Bu yılki 8'lerimizden umutluyuz. Kızlarımızın velileri istekli görünüyor. Neyse ki feodalite o kadar kuvvetli değil. Ağanın kızı gitmedi diye onlar da göndermeyecekler diye bir şey yok. Kaldı ki ağanın kızını da seneye kız meslek lisesine yazdırmayı düşünüyoruz. Meslek liselerine öğrenciler okullarına ara verdikten sonra da devam edebiliyor. Bir yıl kaybedecek olmaları hoşumuza gitmiyor fakat okuma şansları devam edeceği için mutluyuz.
Yine de,
Elif'cik, bizi affet! Başka yollar bulunabilir miydi, bilemedik. Gençtik belki, tecrübesizdik, fakat inançla mücadele ettik.
Elif'cik, bizi affet de, anneni babanı affetme!
3 Ekim 2007 Çarşamba
Mızgıni
-Mızgıni. Mızgıni.
-Ne demek?
-Müjdeci öğreatmaaniii. Müjde böceği. Kulağınıza bir müjde fısıldadı ve gitti.
-Kelebek miydi?
-Değil öğreatmanii. Mızgıni. Zararsızdır. Mızgıni derler. Müjde.
İnanmam hurafelere ya, hoşuma gitti bu sözleri duymak. Bekliyorum.
1 Ekim 2007 Pazartesi
Bir Biz Değiliz
27 Eylül 2007 Perşembe
Babu
25 Eylül 2007 Salı
Helikopterler
23 Eylül 2007 Pazar
Güzel Evim
22 Eylül 2007 Cumartesi
Akşam Gezintisi
21 Eylül 2007 Cuma
Düello
20 Eylül 2007 Perşembe
Gerçek Okul Gibi
19 Eylül 2007 Çarşamba
Şenlik
17 Eylül 2007 Pazartesi
Okul Açıldı
Günün geri kalanında sınıfları düzenledik. Sonra cumadan sözleştiğimiz üzere ağanın evine gittik. Ağa yine ortalarda yok. Karısına nedenini sorduk. Kadın bizim geleceğimizi söylememiş. Biraz daha üstüne gidince, ağanın karşı çıktığı şeyler hakkında söz söyleyemediğini, söylerse üzerine kuma gelmesinden korktuğunu belirtti. Bence bize abartarak anlatıyor. Israrla onun kızını okula göndermek isteyip istemediğini sordum. Bu sefer kaçamak cevaplar vermedi. İsterim dedi. Sonra da ağanın üzerinde etkisi olan amcasından bahsetti. O ılımlı yaklaşıyormuş eğitime. Onunla konuşup desteğini alırsak belki bu işi başarabilirmişiz. Adamın adını, adresini aldık. Bu sefer en azından elimizde bir şeyler olduğundan daha umutlu ayrıldık evden. Oradan okumak isteyen diğer kızımızın evini ziyaret ettik. Bu evin babası da ortada yoktu. Anneyle konuştuk. Bin türlü bahane öne sürdü. Servis yokmuş, olsa da paraları yokmuş, paraları olsa da kızın köyde adı mı çıkarmış, oralara nasıl göndersinlermiş (Oralar köye arabayla 15 dk uzaklıkta.). Baktık bahaneler bitmiyor, biz de can damarından girdik söze: Okursa maaşlı işi olur, size bakar. Bunları söyleyince yumuşadı. Dört sene dedik, dört sene sonra ayda 800 lira kazanabilir. Hem de köydeki anaokulunda. Kız meslekte sadece kız çocukları öğrenim görüyor, servisi milli eğitim müdürlüğü ücretsiz sağlıyor. Öğrenciler her ay, ilköğretimde olduğu gibi, karşılıksız para da alıyor devletten. Kızlar okulu bitirince de ana okullarında usta öğretici oluyorlar, hemen iş bulabiliyorlar. Hem biz yardımcı oluruz o okurken. Bayağı etkili oldu sözler, ama anne topu babaya atmaktan da geri kalmadı. Adam şehir dışındaymış, bir hafta sonra gelecekmiş. Bunları ona da söylemeliymişiz. Söyleyeceğiz tabii. O vakte kadar da hem servis araştıracak hem de kız meslek lisesine durumdan bahsedip desteklerini almaya çalışacağız. Kayıt tarihleri geçti ama böyle bir durumda sorun çıkartacaklarını sanmıyorum.
15 Eylül 2007 Cumartesi
Yine Haftanın Sonu
14 Eylül 2007 Cuma
Yılmadık
11 Eylül 2007 Salı
Toplantı
10 Eylül 2007 Pazartesi
İn Lan!
7 Eylül 2007 Cuma
Çilemiz Bitmeyecek Mi?!
6 Eylül 2007 Perşembe
Odam
5 Eylül 2007 Çarşamba
Evim
Evim, ilçenin merkeze biraz uzak kalan mahallelerinin birinde. Apartmanımda daha çok memur aileleri oturmasına rağmen mahallenin geri kalanında yerli aileler bulunuyor. Bu yüzden mahalleye gündüzleri oyun oynamak için bir sürü çocuk dökülmekte. Odam mahalleye bakıyor. Çocukların bağırtılarını duyuyorum. Dediklerini anlamıyorum. Pencereden ne oynadıklarını merak edip oyunlarını izliyorum. Kavga ettiklerini sandığım çocuklar (dilleri dolayısıyla gırtlaklarından kavga ediyorlarmışçasına ses çıkıyor), meğerse mahalleyi bölen geniş caddenin kenarında ona yol boyunca eşlik etmiş arktaki sığ suya, şişe kapaklarını aynı anda bırakıp yarıştırıyorlarmış. -Çocukken anneannemin bağındaki arkta biz de bu oyunu oynamaktan büyük keyif alırdık.- Birkaç çocuk bizim evin karşısındaki boş arsada, sanırım, geçen yıl verilen okul kitaplarını parçalar halinde yakıyor. (Devletin ders kitaplarını her yıl parasız vermesi iyi bir uygulamaymış gibi görünse de bu, kitapları çocukların gözünde değersizleştirip onları kitaplarına iyi bakmaktan ve başkalarıyla paylaşmaktan alı koyuyor: Seneye yenisini veriyorlar nasılsa yeaa!!) Yöresel giysiler içindeki bir kadın çocuklardan birinin arkasından taş atarak onu kovalıyor. Galiba gerisindeki ağlayan çocuk onun. Ağlatan çocuksa hiçbir darbe almadan kaçmayı başardı. İnekler çöpleri karıştırıyor. Caddeden arada sırada araba geçiyor. Kızlar sabah çırpıp damlara serdikleri halıları toplarken şakalaşıyor. Güneş ışınlarının elini buralardan çekmesiyle beraber mahalledeki çocuk sayısı da azalıyor. Birazdan tamamı yok olacak. Çocukların yerini, eline yeni araba geçmiş yeni yetme erkekler alacak. Geç vakitte sokağa çıkmamak lazım.
3 Eylül 2007 Pazartesi
Serviiise, serviiise!
Okula tam kadro gittik bugün. Herkes birbirini ilk olarak serviste gördü. Şoför abimizin bizi gördüğüne gerçekten sevindiği gözlerinden anlaşılıyordu: “Hoş gelmişsiniz hocalar, naasılsınız?” “İyiyiz abi, sen nasılsın?” “Biz de iyiyiz vallah, çok şükür.”
Yolda yine birimizi almak için duran servisimize halktan insanlar dolmuş sanıp binmek için yanaştı ve şoförümüz her zamanki gibi “serviiise, serviiiise” diye bağırdı. Servise, servisin Kürtçe’si. Özlemişim. İstemsiz gülümsedim.
Okula ulaştığımızda kötü bir manzarayla karşılaşmaktan korkarak kapıyı açtık ama her şey yerli yerindeydi. Okulumuz pek kirlenmemişti bile. -Yine de dersler tam başlamadan okulun temizliği bizi bekler.- Öğretmenler odasını havalandırmak ilk işimiz oldu. Sonra da kanepelere yerleşip başladık yaz tatilinden konuşmaya. Arada birinci sınıfa öğrenci yazdırmaya gelenler oldu, onlarla ilgilendik. Sonra ağanın kardeşi bizi çağırmış, onun evine çay içmeye gittik. Oradan da servisle tekrar evlere dağıldık.
2 Eylül 2007 Pazar
Yaz Tatilinin Ardından
Koskoca iki aylık tatil bitti. Anne, baba, kardeş ve İstanbul’la hasret giderdim, akrabaları ziyaret ettim, arkadaşlarımla görüştüm.
Otobüs-dolmuşlarla görev yaptığım yere giderken elbette geçen gelişimle aynı duygular içinde değildim. Bu sefer, yurtta yer olmasa bile evinde konaklayabileceğim arkadaşlarım vardı, çevrem vardı, neyle karşılaşacağımı biliyordum. Bir tek yurtta oda arkadaşlarımın nasıl insanlar olacağı beni korkutuyordu. Gerçi hemen eve çıkmaktı planım ama ne de olsa geçen sene pek güzel anılarım olmamıştı. Resepsiyonda beni verdikleri odada kimlerin olduğunu aslında cevabı duymak istememe rağmen sordum. Neyse ki sevineceğim bir yanıt aldım. Gidip odaya yerleştim. Diğer iki kişiyle tanıştım. İyi insanlar çıktılar. Hatta arada eve çıkmaya karar vermekle yanlış mı yapıyorum acaba diye aklımdan geçirmiyor değilim.
Arkadaşlarımın hiçbirini görmedim henüz. Uzun yol yorgunluğunu atması kolay değil. Okuldakileri yarın, diğerlerini de zaman içerisinde göreceğim.
3 Ağustos 2007 Cuma
STK Dönemsel Projeleri
2 Ağustos 2007 Perşembe
Bir Sürü Şey Yapmak İstiyorum
Doğuda olmanın psikolojisiyle tatil bitmeden her şeyi yapmak istiyorum. ‘Doğuda olmanın bir ödülü olmalı’ diye düşünüyorum ister istemez. Sırf bu psikoloji yüzünden annemlerin oturduğu yer de deniz kenarı olmasına rağmen deniz kenarında güzel bir yere tatile gitmek istiyorum. Gerçi bir de ‘artık para kazanıyorum, yaparım tabii, yapmalıyım’ düşüncesi var. Sonra, para harcamak istiyorum çünkü orada istesem de alacak bir şey bulamıyorum. Okulda giyecek bir şeyler almam lazım ama tatilde okulu hatırlamak istemediğimden elim ne zaman öyle bir şeye uzansa hemen geri çekiliyor. Güzel mekanlara, değişik yerlere gitmeye çalışıyor, bir yandan da ailemle vakit geçirmek istiyorum. Dinlenmek istiyorum ama zamanımı boşa harcadığım düşüncesi dinlenmeme fırsat vermiyor.
Sonuç: Her şeyi yapmak istediğim için pek bir şey yapamıyorum. Tatilin yarısı bitti bile.
1 Ağustos 2007 Çarşamba
Çocukluk Arkadaşlarımla Büyükken
25 Temmuz 2007 Çarşamba
Biz Burada Bir Avuç İnsan
3 Temmuz 2007 Salı
Memlekette
30 Haziran 2007 Cumartesi
KPSS
Bilgi: Her yıl Temmuz ayında yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavı öğretmenler için iki oturumdan oluşur. Birinci oturum Genel Kültür-Genel Yetenek sorularını barındırır. Bu sorular Türkçe, Matematik, Tarih, Coğrafya ve Anayasa sorularıdır. İkinci oturum ise Eğitim Bilimleri sorularını içerir.
KPSS bugün yapılıyor. Devlet okullarında çalışmak isteyen binlerce öğretmen bütün yıl heyecanla bu sınavı bekledi. Kimisi dershaneye gitti, sayısız test çözdü, ansiklopedi kalınlığında kitaplar bitirdi; kimisi de geçen seneki ben gibi son haftada kitaplara şöyle bir baktı geçti, çok da umursamadı.
Hazır zamanı gelmişken ben de KPSS hakkındaki görüşlerimi belirtmek istiyorum:
Pek çok kişi karşı çıksa da bence bu sınav çok aday, az kadro olduğu için gerekli. İşe alırken mutlaka bir kriter olmalı. Bu yüzden sınavın nispeten adaleti sağladığına inanıyorum. Adam kayırmacılığını aza indiriyor. Tıpkı ÖSS gibi. Tabii sistemi değişmeli. Öncelikle öğretmen kadrolarına girecek adaylara, Türkçe, Tarih ve Coğrafyanın yanında adayların alanlarıyla ilgili sorular da sorulmalı. Yani fizik öğretmenine fizik sorusu, beden eğitimi öğretmenine spor sorusu sorulması gerekir. Oysa mevcut sistemle devlet, matematik sorusu sorarak İngilizce öğretmeni işe almaya çalışıyor! Bu yanlıştan bir an önce dönülmeli. Alan soruları eğitim fakültelerinde görevli, konusunda uzman kişilerce yine ÖSYM’de hazırlanmalı. Aslında mülakat da işin içine girmeli ama öyle olunca araya torpil girmesi de muhtemel. Çok objektif bir jürinin iş başında olması lazım. Bundan ayrı, işe alınacak öğretmen sayısının her dönem 10.000 civarında olduğunu göz önüne alırsak mülakat, bu zaman darlığında kayıp anlamına gelir; şu durumda bile atama sonuçları yeterince geç açıklanıyor; bir okula yerleştirilemeyen adaylar özel okullarda çalışma fırsatını kaçırıyor. O yüzden mülakat olası bir şey değil.
Uzun sözün kısası, eğer sınav öğretmenler için üç oturumda yani 1- Genel Kültür-Genel Yetenek, 2-Alan Sınavı ve 3- Eğitim Bilimleri başlıkları altında yapılırsa, öğretmen alımlarındaki sorunun büyük ölçüde çözüleceğini ve sınavda daha az kişinin canının yanacağını düşünüyorum. Son zamanlarda Milli Eğitim Bakanlığı da bunu düşünmeye başladı. Fakat alan sınavını ayrıca kendi yapmakta ısrar ediyor. ÖSYM’nin artık işin ustası olduğu kanısına vardığım için yeni sistemin, tüm soruların ÖSYM tarafından hazırlanması şartıyla gerçekleşmesini umuyor; KPSS’ye girecek tüm adaylara başarılar diliyorum.
Şans ve sabır sizinle olsun!
28 Haziran 2007 Perşembe
Evdeyim
Uzun ve eziyetli geçen bir otobüs yolculuğunun ardından nihayet evdeyim.
Daha önce de yazdığım gibi otobüs yine dolmuş gibiydi. Mesafe uzun olduğu için sabit yolcu sayısı azdı. Tahmin ettiğimden çok daha az öğretmen vardı otobüste. İşte dolmuş-otobüsten manzaralar:
* Batıya iki doğulu aile daha yerleşiyor. Hurçlara doldurmuşlar eşyalarını; hurraaa binip hurraaa iniyorlar. Aslında geldikleri yer de kötü değil. Anlamak zor.
*50 yaşlarında bir adamla 15 yaşlarında bi kızcık yan yana oturuyor; “lütfen kocası olmasın, lütfen babası olsun” diyorum içimden. İnerlerken babası olduğunu anlıyor, mutlu oluyorum.
*Neneleriyle akrabalarını ziyarete gelen ana okul çağında çocuk çok bu sefer. Sevdim ikisini. Bir tanesi afacan; Türkçe de öğretmişler, soru soruyorum, cevap veriyor. Diğeri hüzünlü, ne yapsam gülümsetemiyorum. Çocuğun yüzü şiş gibi, çizikler de var. Dövülmediğini umuyorum. Ya öyleyse diye üzülüyorum.
*Sıkılınca kulaklığımı takıp müzik dinliyorum. Yöresel giysili kadınların ve adamların olduğu otobüse Eric Clapton gitmiyor. Bulutsuzluk Özlemi’ne geçiyorum. Duruma uyuyor: “Pamuk tarlasında, güneşin altında, kadın erkek yan yana, yapardılar çapa. 15 çocuk vardı, iki de kaynana. Çocuklar çıplak, oldular sıtma.”
*Otobüs, evden doğuya giderken uğramadığımız ilçelere de uğrayınca sabrım zorlanıyor. “Neyse” diyorum, “eve gidiyorsun”.
*Otobüsün uğrayıp da yolcu aldığı her yerde bileti birden fazla kişiye satma sorunu yaşanıyor. Sonunda ne yapıyorlarsa yapıyorlar, o kadar kişi ayakta kalmadan otobüse sığıyor, sorun çözülüyor.
*Oturduğum yerin camına yakın yerde çıkaranlar için poşetler var, muavin ne zaman gelip de ondan alsa “şimdi öğürme sesi gelecek, şimdi koku duyulacak ” diye içim bir tuhaf oluyor. Önlemimi önceden alıp MP3 çalarımın sesini az daha açıyor, ağzımdan nefes almaya başlıyorum. Koku duyulmadığından emin olunca normale dönüyorum.
* “Batıya, doğudan her gün en az bir sefer yapıldığına göre kim bilir her gün ne kadar insan oralara gidiyor.” diye geçiriyorum içimden, sonra da nasıl her şeyi görüp de gelişime ve değişime bu kadar kapalı olduklarını anlamaya çalışıyorum. Anlayamıyorum.
*Yoldan geçerken, tercih sırasında “Şu okulu da yazayım mı? Yok yazmayayım.” deyip de sonradan puanımın oraya yettiğini öğrendiğim köy okulunu görüp “tüh be, eve bayağı yakınmış” diye iç geçiriyorum.
Sabah bindiğim otobüsten gece iniyorum. Eve varır varmaz bayılırcasına uyuyorum. Var mı ev gibisi!
25 Haziran 2007 Pazartesi
İki Gün

Bize izin çıktı! Haberi öğrenir öğrenmez Cumartesi gününe aldığım bileti Çarşamba sabahına değiştirdim.
Yaşamak ne güzel!
Bu arada öğretmenlik mesleğiyle ilgili açığa kavuşturmak istediğim bir iki şey var:
1- Öğretmenlerin yaz tatili 3 ay değil, 2 aydır. “2 ay da çok, söylediğine bak!” demeyin. Sesinizi ve psikolojinizi ancak düzeltiyorsunuz. Peki tatil neden 2 ay? Çünkü okullar açılırken ve kapanırken ikişer haftalık seminer dönemlerimiz oluyor. Bu seminer dönemlerinde her öğretmene bir konu veriliyor (çocuk hakları, öğrenme bozuklukları, desimal dosya vb.) ve o öğretmen diğer meslektaşlarına aldığı konuyu sunum şeklinde anlatıyor. Bundan ayrı, yıl sonu değerlendirmesi, eğitim stratejileri vs. yapılan toplantılarda tartışılıyor.
2- Biz doğuda görev yapan öğretmenler diğer bölgelerde çalışan meslektaşlarımızdan daha fazla maaş almıyoruz. Peki almalı mıyız? Evet, almalıyız. Aynı koşullarda çalışmıyoruz çünkü.
Yine bavul toplama zamanı geldi.
24 Haziran 2007 Pazar
Her Şeyden Uzak, Herkesten Uzak
15 Haziran 2007 Cuma
İlk karne dağıtışım ama daha da önemlisi...

Ama bugünün, yani 15 haziranın, benim için daha önemli bir anlamı var. BUGÜN BENİM CANIM ABİMİN DOĞUM GÜNÜ! Onun, benim bugün öğretmen olup kendi ayaklarım üstünde durmamda çok büyük etkisi ve emeği var. Üniversite hayatım boyunca bana maddi manevi her anlamda destek oldu. Yardımını bir an olsun esirgemedi. Üniversite hayatım öncesinde de onun önceden keşfederek gittiği yollardan zaman kaybetmeden gitmemi sağladı. Ben onun sayesinde hiç kötü müzik dinlemedim mesela, çünkü; önceden kim iyi müzik yapıyor, kim kötü öğrenmiş ve bunları benimle paylaşmıştı. Canım abicimm, çekirdek ailemizin ilk çocuğu olarak bana daha sancısız bir çocukluk ve gençlik dönemi yaşattığın için sana minnettarım. SENİ ÇOK AMA ÇOK SEVİYORUM. İYİ Kİ VARSIN, İYİ Kİ DOĞDUN!
11 Haziran 2007 Pazartesi
Kandırıldık!
20 Mayıs 2007 Pazar
Düğün
Sonrasında havalar iyice ısındığı için böyle düğünler de sıklaştı. Bulunduğum ilçede düğün salonu yok. Düğünlerin hepsi mahalle aralarında yapılıyor. Bu yüzden kış aylarında düğüne pek rastlanmaz. Düğünlerin neden bu kadar erken saatte yapıldığını da oranın yerlilerine sordum. Müzik, insanların toplanmasını sağlamak için erken başlıyormuş. “Saat verseler olmaz mı?” diyorum, sessiz kalıyorlar. Çalınan şarkılarınsa hepsi halay şarkısı çünkü Kürtler'de bireysel oynama yok. İlla topluluk içinde, toplulukla temas halinde oynayacaksın. Hani biz de toplulukla oynarız ama doğuda, çiftetellideki gibi açayım kollarımı, parmaklarımı şaklata şaklata karşılıklı oynayayım diye bir şey yok. Belki aşiret geleneğinden kaynaklanıyordur. En çok oynanan oyun (ya da halay) “Şemmamme” . Böyle okunuyor ama böyle yazılıyor mu bilmem. İlk gördüğümde bana çok değişik gelmişti. Yana falan dönülüyor. Bir de çoğumuzun "delilo" olarak bildiği üç ayak var. Üç adım öne, üç adım arkaya. Şemmamme'den sonra en çok oynananlar listesinde ikinci sırada.
Düğünler yazın oluyor ama oğlan tarafı gelin kızlara çeyizlik alırken palto, çizme de alıyor. O yüzden ayakkabıcılardaki bayan çizmeleri dört mevsim rafta. Düğünlerde giyilen giysiler, günlük hayatta giyilenlerle aynı. Yani renkli, parıltılı Vizontele elbiseleri. Sırf bu elbiseler sebebiyle kendimi zaman zaman film setinde geziniyor sanıyorum. Bu arada Yılmaz Erdoğan Vizontele’de doğunun durumunu çok güzel anlatmış. Doğuyu yaşadıktan sonra Vizontele serisi bana çok daha anlamlı geliyor.
13 Mayıs 2007 Pazar
Gergin Saniyeler
Her yerleşim yerinde olduğu gibi burada da küçük esnafın büyük payı kapmak için konuşlandığı merkezi bir cadde var. Caddede bulunan dükkanlardan biri tavukçu. Ne zaman önünden geçsem tavuk parçalıyor, temizliyorlar. Buraya kadar bir sorun yok. Lakin adamlar tavuğun kestikleri küçük parçalarını caddeye fırlatıyor. Bir kere tam ben ordan geçerken bir tavuk parçası beni sıyırdı. Et parçası önümden Matrix’te Neo’ya gelen kurşunlar gibi yavaş çekimde geçti ve caddeye düştü. Artık zorunda kalmadıkça tavukçunun önünden geçmiyorum. Geçmek zorunda olduğumda da yanağıma her an bir tavuk parçası yapışacak diye gergin saniyeler geçiriyor, adımlarımı hızlandırıyorum.
28 Nisan 2007 Cumartesi
İlim Sever Eşek Arıları
18 Nisan 2007 Çarşamba
Büyük Adam Yüzlü Çocuklar

En büyük özlemleri evlerinde koltuk olması. Kendilerine ait yatakları yok, çalışma masaları yok. Ama aslında onu alamayacak kadar fakir değiller. Yani demek istediğim "doğu olduğu için fakirler" diye bir şey yok. Devlet buraya yatırım yapıyor. Okul var her köyde. Benim çalıştığım köyde mesela 35 yıldır ilkokul var. Devlet okula giden her çocuğa teşvik için aylık


Hala küçük yaşta evlendirilen kız çocukları var. Çocuklarını sayarken kızlarını hesaba katmayan babalar var (5 çocuğum var diyor mesela, aslında 8 çocuğu olduğunu ama kız oldukları için onları saymadığını görüyoruz.). Doğum kontrolü yok. Kızların okuyup okumaması birinin "günahtır" demesine bağlı olabiliyor. Yalnızca kız değil, erkek çocukları da hemen eli iş tutsun diye liseye gönderilmeyebiliyor. Bu yüzden gelecek umutlarını kaybetmiş çocuklarda şimdiden geleceğin üzüntüsü, derdi, tasası, burukluğu var sanki. Çöküyor yüzlerine bir "Vay beni, vaylar beni" ifadesi. Yazık oluyor.
15 Nisan 2007 Pazar
Film Satmak İstemeyen Adam

Kendinizi oyalamak için yapabileceğiniz şeylerden biri tabii ki film izlemek. Burada da film aldığımız-kiraladığımız eli yüzü düzgün bir yer var. Ama ne zaman gitsem sahibi olan adamın suratı asık. Müşteriyle de o ilgileniyor. Film soruyoruz -diyelim "Sınav"- gayet ciddi bir ifadeyle önce gözlerini kısıyor, sonra uzaklara bakıyor, Kadir İnanırvari "Sınav yok" diyor. Ya da isteksizce raftaki filmleri karıştırıyor, yüzümüze bakmadan filmi uzatıyor. Adama "Bir kusur ettiysek özür dileriz abi." demek geliyor içimden.
12 Nisan 2007 Perşembe
Her Yerde Asker Var

Burada telefon hatları, dolayısıyla internet sık sık kesiliyor. Bazen tüm gün gelmediği oluyor. Her gün bloga yazmak istiyorum ama internet yok. Söylentiye göre dağda bir operasyon olduğunda hatlar gidiyormuş. Onun dışında terör konusunda günlük yaşamımıza yansıyan bir şey yok. Yine de insan çekiniyor. Özellikle son zamanlarda mayın korkusu aldı bizi. Olduğundan değil de olma ihtimalinden korkuyor, eskiden gezmeye gittiğimiz yerlere son 1 aydır gitmiyoruz. Ya da köye giderken servisin geçtiği yolun bir kısmı toprak (aslında tüm yollar mayın döşenmesin diye asfaltlı), orada tedirgin oluyorum. Ve bana bunu düşündürten de haberler. Kimbilir yakınlarımızın, burada olmayanların aklına neler geliyordur. Dediğim gibi şahit olduğumuz bir olay yok (olmasın da zaten), şehir merkezinde her şey normal. Herkes ekmek derdinde.
11 Nisan 2007 Çarşamba
Lacivert-Beyaz Polis Aracı Mı? O Da Ne?
25 Mart 2007 Pazar
Milleaatimii
Babam beni okula yazdırdı. Türkçe öğrenmek için okula gittiğimi sanıyordum. Dersler başlayıp da sınıfa girince orada Türkçe konuşanları da gördüm. Çok şaşırdım. Akşam evde babama sordum:
-Baba, onlar niye okula geliyor? Onlar Türkçe biliyor zaten.
Onun yirmi beş yıl önce sorduğu soruyu bugün hala soran 7 yaş çocukları var. Türkçe’yi ilkokulda öğrenmek pek çok sorunu da beraberinde getiriyor. Çocukların yarısı 1. sınıfta başarısız. Onlara hak veriyorum. 7 yaşındaki bir çocuktan hem yeni bir dil hem de okuma-yazma öğrenmesini istiyoruz. Bence bunu yapabilen çocuklar üstün başarılı. Bu yüzden doğu bölgelerinde ilköğretim birinci kademede* başarı sağlanabilmesi için devletin buralara en çok okul öncesi öğretmeni ataması lazım. (*Eğitimin kesintisiz 8 yıl olmasından sonra ilkokulun yeni adı ilköğretim 1. kademe; ortaokulun yeni adı ilköğretim 2. kademe oldu.)
Tabii çocuklar eninde sonunda Türkçe öğreniyor. Ama birinci dile alışan gırtlak yapısı, sesleri doğrudan ikinci dile yani Türkçe’ye geçirdiği için şiveyi düzeltemiyoruz. Bir de dilde telaffuz için kritik dönem var, -ki o da çoğu dilbilimciye göre 5 yaştır- ondan sonra doğrusunu çoğu insan öğrenemiyor. Aslında öyle konuşmaları hoşumuza gidiyor. Çeşitlilik iyi bir şey. İç Anadolu’nun da şivesi vardır ve o da eğlencelidir. Ama dilin yanlış kullanılmaması lazım. Dildeki yanlışları -her sabah okudukları için- en çok ‘Andımız’da fark ediyoruz. Şöyle söylüyorlar mesela: ‘Ülkem, küçükleari korumak, büyükleari saymak…’ O kadar söylememize rağmen bir türlü ‘ilkem’ ve ‘küçükleri-mi, büyükleri-mi’ dedirtemedik. Bir de ‘milleaaatimi’ var. ‘Yurdumu, milleeaatimi…’ dedikleri zaman ezan okumaya başlayacaklar sanıyorum. Kimisi de ‘Milli Eğitimi’ diyor ‘milletimi’ yerine.
‘Öğretmenim!’ diyemeyenlerse çoğunlukta. Onun yerine şöyle bir şey çıkıyor: Öoğratmaaaanii! Bana böyle hitap ettikleri zaman benim çok hoşuma gidiyor. Başka yerde duyamayacağım nasılsa. Bunlar sevimli anılar.
21 Mart 2007 Çarşamba
'Ben okuma bilmiyem.'
Tenefüste öğretmenler odasına gidip durumu anlatınca sınıf (ilkokul) öğretmenlerinden biri onlara pek çok kere gönüllü özel ders vermek istediğini ancak çocukların ilgilenmediğini söyledi. Şansımızı bir kez daha deneyeceğiz.
17 Mart 2007 Cumartesi
Öğretmenler
Eksik Kahvaltı Keyfi

Burada bir de dışarda yemekle alakalı ilginç bir durum var: normalde diğer şehirlerimizde en çok bulunan "patates kızartması, döner, köfte, hamburger, sosisli sandviç" gibi yiyecekler buradaki kafe ya da restoranlarda yok. Hani aradığım, içindekileri kendinizin

Ben: Köfte var mı?
Garson: Yok.
Ben: Pilav alayım o zaman. Yanına alabileceğim ne var?
Garson: Adana kebap var. Adana kebabın yanında pilav geliyor. Zaten kebapla köfte aynı şeydir.
Çok güldük.
15 Mart 2007 Perşembe
Güdülenme
Bu mu? Yok. Peki ya şu? Bilmem ki. Bak bu fena değilmiş. Bana mı baktı? Ter bastı!
Onlar da haklı. Sıcak bir yuvaları olsun isterler. Öyle güdülenmişler. Anaları, dayıoğulları, enişteleri 'Eee oralardan hayırlı bir kısmet bulursun artık.' iğnelemeleriyle uğurlamış onları.
Bakarlar da bakarlar.
13 Mart 2007 Salı
Türk Olduğum Nasıl Anlaşılır?
ÖRTMAN!

Sonra aynı okulda başka sınıfların dersine girdim. Durum onlarda da var. Okulun öğretmenlerine nedenini sordum. Meğer kimi anne babalar nüfusa, çocuklarından erkek olanlarını askere geç gitsin diye yaşça küçük, kız olanlarını erken evlenebilsinler diye büyük yazdırıyorlarmış.
Maalesef bu trajikomik olay yüzünden okula geç başlayan öğrenciler derslerinde çoğu zaman başarısız ve pasif, durumlarından utandıkları için de toplumda çekingen ya da tam tersi saldırgan oluyorlar.
Sınıflarda yaşça büyük öğrencilerin olmasının başka sebepleri de var tabii -ki çoğu ailevi sebepler. Mesela anne-baba çocuğunu okula göndermek istemeyip saklıyor. Durum bir iki yıl sonra ortaya çıkınca göndermek zorunda kalıyor. Veyahut çocuk ev ortamında yeterli huzuru bulamadığı için -evler çok kalabalık- derslerini umursamaz hale geliyor ve üstüste sınıfta kalıyor.
10 Mart 2007 Cumartesi
Her Okul Başka Bir Dünya
Görevlendirildiğim okul pek iç açıcı bir okul değil. Fiziksel özeliklerinden başlayalım:
Bahçe duvarları sıvasız, bazı yerleri kırılmış, kimse bakmamış. Bahçesi hem küçük hem de hiç ağaç yok. Kötü ve eski bir binası var. Planı bizim köy okulunun aynısı. Zaten devlet okullarında öğrenci kapasitesine bağlı belli başlı bazı okul planları vardır, mimarileri aynıdır. Bu okul da bizimki gibi sekiz sınıflık, iki katlı bir okul. Yapılmasının üzerinden çok geçmemesine rağmen oldukça eski görünüyor. Bu, renk seçimiyle de alakalı. Okulu bordoya boyamışlar; iç karartıcı bir renk olduğu ve ilköğretimdeki çocukların enerjisine hiç uymadığı için bu renk, okulu daha bir çirkin gösteriyor. Bu yüzden okulun boyası pastan yer yer dökülmüş koyu gri kapısından girerken ‘nereye geldim ben?’ duygusuna kapıldım. Binanın içine girince karanlık koridorun sonundaki parlak pencereler gözümü aldı. Okulun öğretmenleriyle beraber kuzey taraftaki öğretmenler odasına yöneldim. Çay vardı.
Benim gibi okula görevlendirme gelen diğer öğretmenle beraber müdür beyin odasına gittik. Bizimle ilgilenmedi. Yüzümüze baktı baktı, hayırlı olsun dedi ve gitti. Durumu hem garipsedik, hem ayıpladık. ‘Hoşgeldiniz, nasılsınız? Bir şeyler içer misiniz?’ demesi, sonra da okul hakkında bilgi vermesi gerekirdi. Bilgi verme işini yarım yamalak Türkçe’siyle yerli bir Türkçe öğretmeni olan müdür yardımcısı yaptı. Söylediklerinin yarısını anlamadık. Bana o gün için nöbet tutacağımı söyledi. Şaşırdım, çünkü görevlendirme okulda yalnızca dersinizi vermekle yükümlüsünüzdür. Okulun nöbet gibi başka hiçbir işi sizi ilgilendirmez. Müdür yardımcısının Türkçe tonlamaları yerinde olmadığı için nöbeti benden rica edip etmediğini de bilemedim. Yine de ihtiyaçları vardır diye sesimi çıkarmadım. Aklıma da takılmadı değil; acaba adam her Salı mı demek istemişti yoksa, yalnızca bugün mü demek istemişti. Bugün için, bugün için.. Biraz şaşkın, biraz da kızgın odadan ayrıldım. İkinci teneffüs tekrar müdür yardımcısının yanına gelip bugün için derken ne demek istediğini sordum. Her Salı demek istediğini çaba sarf ederek anladım. 'Ama' dedim, '...ben görevlendirmeyle geliyorum, kendi okulumda nöbet tutuyorum, bu okulda nöbet tutamam.' 'Öyle ama kendi öğretmenlerimiz yetersiz geliyor.' dedi. Baştan güzel bir dille açıklayıp rica etseydi zaten tamam derdim. Müdürüme danışmak için telefon ettim. ‘Mecburlarsa bizim okuldaki nöbetinizi kaldırırım hocam.’ dedi. Konuyu böylece çözdük. Sonuç itibariyle bu görevlendirme okuldaki ilk günüm pek güzel geçmedi.
8 Mart 2007 Perşembe
Görevlendirme
7 Mart 2007 Çarşamba
Taviz Yok
Burada en sevdiğim şeylerden biri, genç öğretmenlerin kendilerinden taviz vermemesi. Giyimlerinden olsun, sosyal ilişkilerinden olsun, kibarlıklarından olsun, insanlıklarından olsun. Yöre halkının medeni insana ihtiyacı var. Özellikle de kendi ayakları üzerinde duran genç kızlara, kadınlara. Giyiyoruz pantolonlarımızı, bakımlı bakımlı alışverişe, devlet dairelerine, bankalara, postaneye gidiyoruz. Çok güzel bir şey bu. Zaten öğretmenlerin öğretmekten önce gelen görevi eğitmektir, gerçek bir eğitimci olmaktır. Yalnızca öğrencilere değil aynı zamanda topluma karşı da sorumluluklarımız var bizim. Ülkemiz için, gelecek nesillerimiz için öğrencilerimizle birlikte toplumu da eğitmeli, medeni seviyeye getirmeliyiz. Çünkü toplumun yalnızca bir kesiminin parasal refaha ve medeni seviyeye ulaşması gerçeklikten uzak bir gelişmedir, gelişme olarak da sayılamaz.
Bulunduğum yer, her ne kadar sokakta dolaşan çarşaflı kadınları olsa da tutucu bir yer değil, o yüzden gelişmeye açık. Toplumumuzun her kesiminin değişebileceğine inanıyorum.
4 Mart 2007 Pazar
Trafo
Trafolar, bedava diye her şeye elektrik kullanılmasından doğan aşırı yükten dolayı sık sık patlıyor. İlk geldiğim günler patlama duyup alev-duman gördüğümde irkiliyordum. Şimdi aynısı olduğunda ‘Trafo patlamıştır yine’ deyip geçiyorum.
2 Mart 2007 Cuma
Derebeylik
Köyün ağası var. Eskisi zamanlardaki gibi bir ağa olmasa da köy halkının üzerinde etki sahibi ama ağa izin vermedi diye kızları okula göndermeme gibi bir şey yok mesela. Ağa daha çok danışman ve sözcü görevlerinde; köyün bürokratik işlerini de o hallediyor. Örneğin köye yol yapılması ya da su şebekesinin döşenmesi ona bakıyor. Hatta biz de bir ihtiyacımız olduğunda ona söylüyoruz. Muhtar var ama o, diğer köyde. İki köy bir idare ediliyor, nüfusları toplamda bir muhtarın idare edebileceği kadar ediyor çünkü. Muhtarı da ağa seçmiş söylediklerine göre.
Ağa, o filmlerde gördüğümüz Şener Şen tipinde zalim bir ağa değil ama onunla benzeşen noktaları var. Bizim ağa da köyü bir geçim kaynağı olarak görüyor. Bir ihale alınacağı zaman ağanın şirketi alıyor ihaleyi. Ağa köyün gelişmesini biraz da o yüzden istiyor. Bizim ilköğretimi de ağanın inşaat şirketi devletten ihaleyi alıp yaptırmış. Bu aralar köye futbol sahası yaptırmak derinde. Sonrasında da bize köyde lojman yapmak istiyormuş.
Köy halkı ağaya bir ağaya gösterilmesi kadar saygı gösteriyor. Tuhaftır, o kadar otoriter olmamasına rağmen köydeki her evde ağanın büyük boy bir vesikalık resmi var.
Onun dışında ağa, açık görüşlü bir adama benziyor. Kızı bizim okulda 8. sınıfta. Ne zaman ‘Okutacak mısın?’ diye sorduğumuzda, ‘Evet.’ diyor. Bakalım. Sonra eşinin üzerine kuma getirmemiş, bu da bir artı. Buralarda çok eşlilik hala devam ediyor. Ağanın karısının da köyde bir otoritesi olması lazım ki bizim öğretmenlerimiz ilk dönem ağanın evine gittiklerinde kadın bizim bayan öğretmenlere elini uzatmış öpsünler diye, bizimkiler de elini alıp sıkmışlar. Ağanın evi lüks değil. Hatta duvarların sıvaları dökülüyor. Yöre halkının lüks anlayışı farklı gerçi. Her evde hatta her ahırda klima var ama oturacak koltuk yok. Söylediklerine göre buralarda zenginlik tarla sahibi, daha doğrusu mülk sahibi olmakmış. Bu zenginlik günlük yaşantılarına yansımazmış. İlginç.
24 Şubat 2007 Cumartesi
Alo İnek Hattı

23 Şubat 2007 Cuma
Hayat Başladı
Her şeyden öte bu bir haftadır şunu hissediyorum: İşte şimdi hayat başladı! Kendi paramı kazanmak için emek veriyor, yoruluyorum. Hep haritada görüp içten içe gerçekte var olmadığını düşündüğüm bir yerdeyim. Tek başımayım. Ve artık öğrenci değilim. Öğretenim. Şaşkınım.
20 Şubat 2007 Salı
Babam Gitti
19 Şubat 2007 Pazartesi
Okul
18 Şubat 2007 Pazar
Öğretmenevi
16 Şubat 2007 Cuma
Birinci Hafta Sonu
Daha sonra yakın olan komşu ilçeye gittik. Başkasının olan her zaman daha güzel görünür ya, orayı daha çok beğendim. Düzenli parkları, büyük mağazaları vardı. Zaten bu ilin en gelişmiş ilçesi orasıymış. Hangi ilçenin daha yaşanabilir olduğunu zaman gösterecek.
15 Şubat 2007 Perşembe
İlçeye Varış
İlçenin köhne otogarına vardık. Hazır bekleyen taksilerden birine binip önceden yer ayırttığımız öğretmen evine gittik. Öğretmen evi fotoğrafta olduğundan daha bakımsızdı. Odamıza çıktık. Valizleri bırakıp restoran kısmına, kahvaltı yapmak üzere indik. Şiddetli karın ağrıları çekiyordum. Bir iki yudum çay içtim. Ben böyle durumlarda kolay üzülmem. Üniversiteye gittiğimde de, sekiz kişilik izbe Yurt-Kur odasında kaldığımda da sıkmadım canımı. Çok kampa gittim, ailemden uzun süreli çok ayrıldım. Bu sefer farklıydı. İstanbul’da okudum ben. Çok farklı hayatlar görüyorsunuz. Burası şehirleşmeye yeni geçmiş, köy-kasaba gibi bir yer. Ömrümün birkaç yılını burada geçirme düşüncesi üzdü beni. Bu yüzden hala dönmeyi düşünüyordum. Milli Eğitim Müdürlüğü’nden kararnamenizi alıp gerekli yere teslim ettiğinizde resmen devlet memuru olursunuz. İşte ben onu yapmadan önce en az bir günü burada geçirip, okulu da görüp öyle karar verecektim.
Kahvaltıdan sonra babamla çıkıp ilçeyi dolaştık. Gözüme önce tek tük görünen apartmanların sayısı arttı. Alışmaya başladım yavaş yavaş. Moralim biraz düzeldi. Öğleden sonra bir taksi tutup okula gittik. Köy kötüydü fakat okul güzeldi. Okul müdürü üç yıllık öğretmen çıktı. Doğuda yerel insan gücü şehirleri geliştirmek üzere dönüştürülemediğinden memurların hemen hepsi ülkenin diğer bölgelerinden geliyor. Dolayısıyla buradaki öğretmenler de zorunlu hizmet sürelerini doldurunca memleketlerine dönüyorlar. Bu yüzden bu bölgelerdeki en kıdemli öğretmenler en fazla beş yıllık. Onları da hemen vekil müdür yapıyorlar. Öğretmen kadrolarının çoğu yeni atama. Okul da öyleydi. Bu beni, “yalnız değilsin” hissi verdiği için rahatlattı. Konuşurken hepimizin 21. tercihten burada olduğumuz ortaya çıktı. Kendimize “21 Kurbanları” diye isim taktık, güldük. Öğretmenlerle biraz daha sohbet ettikten sonra babamla okuldan ayrıldık. Bütün akşam düşündüm. Sabah kararımı verdim. Kalacaktım.
İl Mili Eğitim Müdürlüğü’ne gittik. Kararnameyi alıp İlçe Milli Eğitim’e teslim ettik. Diğer resmi tüm işlemleri tamamladık. Artık 657’ye tabii bir devlet memuruydum.